25 Mart 2009 Çarşamba

ZEYTİN AĞAÇLARI *

Kendini hafıza kaybına uğrayan biri gibi hissetti.

Ya da konuşmayı yeni yeni öğrenen bir çocuk gibi.

Merdiven basamaklarından birkaçını daha indi.

Durdu.

Sağa sola baktı, gördükleri siyaha boyanmış duvardan başkası değildi.

“ Duvar da siyaha boyanır mıymış?,” diye düşündü.

Bu düşüncesinde şaşkınlık yüklüydü.

Çalışmayan asansöre hışımla baktı. Çevresinde hızlı adımlarla gezindi, ağzından küfre benzer kelimeler döküldü. İstem dışı dökülen bu kelimeleri sesli söylemişti, şimdi de “bir duyan oldu mu acaba” kaygısına düştü. “Bir duyan oldu mu acabayı” birkaç defa tekrarladı.

Duyan olsa da fark etmezdi, “bunlar küfür değil, lanetleme” diye kendini savunabilirdi.

Oh ne güzel! Savunma şeklini de bulmuştu.

Aklına gelenleri unuttu.

Oysa aklına çok şey gelmişti. Anlatımı güç, hatta imkansız olanlardı aklına gelenler.

Sırtına kat kat elbise giymiş, simitçi çocuğa; “ Ayağımın altında dolaştığın yeter, çekil git, kılıksız” diye bağıran yaşlı kadının hayalinin gözlerinde şekillenmemesini temenni ediyordu.

Nafile, kadının ve simitçi çocuğun hayali önündeydi, yol boyunca kendisiyle yürüdü durdu.

Yaşlı kadını; “kılıksız” sözüne üzüldüğünü sandığımız adam, kalbine düğümlenen huzursuzluğun giderilmesinin imkansızlığını anladı.

Kafasını kurcalayan: “Bir gariban çocuğa, hava soğuk olduğu için, bulduğunu giymesinden dolayı, "kılıksız" demek olur muydu?”

Her bir şey karmakarışık, çözümlenmesi gerekir çok şeyin.

Siyah giyinmişti.

Ne zamandan beri bu elbiseler sırtındaydı. Hatırlamıyordu. Hatırlamıyordu, çünkü siyahı sevmiyordu, siyahın bela getiren bir renk olduğunu bilmesinden öte gitmiyordu, bilgileri.

Yürüdü.

Nereye gitmeliydi?

Sinirli.

Kravatını yokladı. Yerindeydi.

Kapıdan çıkarken ki, karşı apartmanın camlarında eğlenen güneşin ışıkları yoktu artık. “Demek henüz havalar iyice ısınmadı, demek daha bahar başlangıcı.”

“Bir şeyler duyuyorum,” diye mırıldandı.

Oysa akşamın müjdecisi olan bir sestiydi duydukları.

Sese doğru yöneldiyse de daha ileri gitmekten vaz geçti; her nedense mabede girmekten ürktü. Şimdi, bilmediği bir duyguyu yaşıyordu. Şimdi, hazır olmadığının evhamına kapıldı: Yersiz.

Mabede girmediğinin pişmanlığı yüzünden okunuyordu.

İçinde bulunduğu zamanla bağlantı kurulamayan hayaller geliyordu düşüncelerine. Hafızasından uzaklaştıramadığı hayallerdi bunlar. Hani bir zamanlar: “Kaç senenin kemeri bu taşıdığın demişti.” Mustafa bey. Mustafa bey’e bakmadan kemerine bakmıştı. Mustafa beyin sözlerinde yanlışlık yoktu. Yanlışlık yotu ama yine de böyle söylememeliydi bu söz. Ulu orta, gelişi güzel söylenen sözleri hiçbir zaman onaylamamıştı. Bu sözün utanma ile ilgisi olmadığını şimdi daha iyi anlayabiliyordu.

*

Baba,dedi oğlu.

O, boş gözlerle baktı oğluna.

Tabakasını çıkardı, sigara sarmayı oğlunun söyleyeceklerine tercih etti. Tercih etti çünkü sigaranın, oğlunun söyleyeceklerinden daha hayırlı olduğunu sanıyordu.

“Celbimi aldım,” dedi oğlu.

Küçük kız “şeker isterim,” diye adama koştu.

`Ne şekeri!` dercesine kızına baktı.

Şimdi bunun sırası mıydı?

Oğlu önemli bir laf konuşuyordu.

“Çekil, kaşınma,” dedi küçük kıza.

Tabakayı sigara ile birlikte bıraktı.

Oğlunun diyeceklerinin büyük önemi vardı. Oğlunun
sözlerini sigaraya tercih etme zamanıydı zaman.

“Askere mi gidiyorsun.”

“Celbimi aldım,” diye tekrarladı oğlu sözlerini.

Küçük kız “şeker istem,” sözünü ağzına sakız yaptı.

Kız babaya koştu. Sarıldı.

Kızını kucağına aldı. Neden sonra, kızı kucağından kaldırdı? Bir el darbesi kızı uzaklaştırdı.

Geniş ama tek pencereli odada oğlunun “Celbimi aldım ,” sözünü aradı. Aradığını bulduğunda, ağzındaki sigarayı ısırdı kaldı.

“Nereye gideceksin? dedi

“Erzincan’a,”dedi oğlu. “

Aklına ilk gelenin ne olduğunu tahmin etmek zor.

“Ah” diye içini çekmesi, onu gerilere götürdüğü anlamını taşıyordu.

Hayalleri onu gençlik yıllarına götürdü: Şehre girmişti. Şehrin çevresi yemyeşildi.

Kendi şehrinin çevresi de yemyeşil.

Aklına ilk gelenin bağlar olması adamı hüzünlendirdi.

O şehrin etrafı zeytin ağaçları ile süslüydü. Kendi şehrinin çevresi vadiler çevrili ve yemyeşildi, ya fazla zeytin ağacı yoktu.

Adam yeniden daldı gitti; bu vadilerden birini Erzincan’a götürdü, bir vadi dolusu ağacı buraya dikti.

Sonra Fahriye abla, diye birini getirdi geniş odaya. Fahriye’ yi tepeden tırnağa kadar süzdü. Fahriye’nin giyinişinde şekillendi kaldı gözleri. Giyinişi hiç te hoşuna gitmedi. Sonra uzun bir etek giydirdi Fahriye’ye.

Bundan hoşlandı. “Ne de hoş,” diye geçirdi içinden.

Fahriye oğluna yaklaştı. “Şimdi oldu, diye düşündü adam, kısa etekli gelin yakışmaz aileme.”

Küçük kız,”Şeker isterim,” sözlerini tekrarladı ve babasının kolunu çimdikledi.


EYLÜL 1996

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder