27 Mayıs 2009 Çarşamba

KATYA VE ARKADAŞI

"Ne arıyorsun?" diyor erkek doktor Katya`ya.

Genç doktor, sessiz olsa da, düşünceli olsa da, Katya`ya yakınlık duyanlardan olduğu aşikar.

"Belli türleri sevdiğin, tercihinin bir çoklarından ayrı olması, bilinmeyen ama tahmin edilebilen özellikler taşıdığın belli."

Yanıt alamayınca;
"Ne arıyorsun?" diye sözlerini yineliyor.

Bu sözler, genç kadını huzursuz eder gibi. Eder gibi ya, ama etmiyor işte.

Katya, sehpadaki tıp dergilerinden herhangi birini alıyor, herhangi bir sayfasını açıyor.

"Onu alçakça olarak niteliyorum," diyor sonra.

Ne dedi, niçin dedi, kime dedi? Evet, dedi işte. İşte söyledi Katya. Hem de aşikar söyledi.

Bilinmeyenler çoğaldı diye düşünüyor adam.

Doktor gülüyor yalnızca.

'Katya birini alçakça olarak nitelendirdi,' diye mırıldanıyor sonra. Katya`ya bakıyor. Belli, onu bu güne kadar böyle sinirli görmemişti.

Arkadaşını değişik duygular içinde görmek, onun bilinmeyen yönünü yakalamak adamı mutlu ediyor.

Katya, arkadaşına bakıyor. 
Gülümsüyor.

'Yumuşadı,' diye düşünüyor arkadaşı.

Başını eğiyor:
'Benim kıyılarımda yer edinmek istiyor, sanki yanıbaşımda bir devlet kuracak. Faaliyetlerini başlatabilir… ' diye söyleniyor.

Son kelimeyi hem daha düşük söyledi, hem de yutkunarak.

`Onun insan onuruyla oynayan tiplerden olduğunu yıllar öncesinden söyledim sana. Faaliyetlerini bilerek yaptığını sanmıyorum.` diye düşünüyor Katya.

Sonra yutkunuyor ve şöyle diyor:
"Ben tarihin en onurlu kişisini arıyorum."

26 Mart 2009 Perşembe

KARINCALAR *

Bizler, toprağında kaybolmuş mahluklarındanız. Karıncalara gösterdiğin yolu bize de göster.

Pilav.

Yengemin pişirdiği pilav, dedi Erika, çok pişirmişler ama kaplıcaya gidecekleri için... dedi.

Sen getir, dedim.

Yiyemedikleri, dedi.

Çöp deyince dikkatimi çekti. Hayır dedim. Karşıyım.

Neden dedi.

Nimet dedim.

Ama dedi... Çöpe atılması.... Kaplıcaya gidecekleri için, dedi.

Ekledi: Her gün binler adet ekmek çöpe dedi.

Olsun, dedim. O milyon kişiler unutmuşlar da döküyorlar, dedim. Nimeti unutmuşlar, dedim. Bilmiyorlar, dedim.

Sorulmaz mı, dedi.

İğneden ipliğe kadar, dedim.

Unutturan şeytan mı, dedi?

Evet, dedim.

Neden? dedi.

Görevi, dedim.

Sen dökme, dedim.

Ben zaten dökmüyorum, dedi.

Yalvaran bakışlarla baktım.

Bana getir, dedim.

Getirdim, dedi.

........................................................................................................

Erika'dan aldığım pilav poşetini elime aldım ve kaldırdım: Artan dedim, eksilmeyen, sürekli artan olsun ister misin? dedim.

İsterim, dedi.

Baba, dedi oğlum, pilav unutulmuş ve güneşte kalmış dedi.

Kokladım: Bozulmamış, dedim.

Az da değil, dedi arkasından.

Ne kadar?

Bir poşet dedi, üç kilo kadar dedi.

Sonra, dolabın en soğuk yerine bırakmasını söyledim de, itiraz etti:

Madem kurda kuşa yedirecek mişin, ne diye dolabı meşgul edelim.

Evet, böyle dedi. İyi hatırlıyorum, böyle dedi. Aşağı yukarı böyleydi söyledikleri, demiyorum: İddia ederim ki böyleydi.

Benim değil mi? Ne olur, bu defa da sözümü tut. Soruyorum sana: Dolap kimin?

Artan dedim, eksilmeyen, sürekli artan olsun ister misiniz?

Nasıl olacak bu dedi.

Bak dedim:

Bir nimetin artmasını, kat kat olmasını arzu edersin değil mi?

Evet, dedi.

O zaman, yaratıcının kanunlarına titizlikle uyacaksın.

Nasıl?

Verileni (habbe olabilir, zerre ve damla olabilir.) heba etmeyeceksin, ziyadesini, kanunları dışına çıkmadan değerlendireceksin. Ki, o zaman verilen malın artan olur.

Ne kadar artar?

Misli ile, on misli ile, yüz misli ile, yediyüz misli ile. (değer bulur.)

........................................................................................................

Pilav poşeti ile apartmanların gölgesinden sürekli kuzeye gittim. Bir tepe daha aşarak bodur ağaçlara ulaştım. Bir tepe daha. Çocukluğumdaki arşınladığım tepelere benzeyen tepeler. Kısa ama sık ağaçlar arasına girdim. Ne güzel: İnsanın bir anda 2 güzelliği birden yaşaması elbette güzel. Çocukluk anılarım ve yaratılmışlara rızık götürüyor olmam ne güzel.

Borularla çalınan suları vadinin.

Evet, öyle bir vadiden geçtim ki, çeşmeler, kaynaklar, yer altı suları hatta sızıntılar bile borulara alınarak bağlara ve bahçelere götürülmüş.

Bencil insanlar, demeden edemiyor insan. Yalnız kendilerini düşünürler. Suları oluruna/olduğu gibi bıraksalardı gelip geçen binler faydalanacaktı. Ama böyle yapmakla tabiat kanunlarına sırt çeviriyorlar.

Sarp yamaçlar ve fundalıklar. Çalılar sonra.

Soğuk poşet.: Henüz çözülmeyen buzlu pilav. Elimdekini, bir ev kadar boş alana, kurumuş otların arasına bırakıyorum.

Açıyorum, etrafını taşlarla donatıyorum.

Bir metre kadar geri çekiliyor, mahzunca, dolu poşete ve etrafındaki boşluğa bakıyorum:

Senin kullarınız. Bize verdin, ben de bulamayan mahlukatın rızıklansın diye buraya getirdim.

-------------------------------------------------------------------------------

Pilavın akıbeti çok ağır bende.

İkinci günün sonunda yine gitmeli. Akıbetini görmek istiyorum pilavın. Yine yerleşim yerinden uzak sitenin kuzeyindeki dağa tırmandım. Kilo metrelerce.

Ah! Pilavıma kavuşuyorum. Azalmış olması, içimde kabaran heyecanı indiriyor.
İyisi mi yerini değiştirmeliyim?

Karıncalar, pilavla yuvaları arasında gidip geliyorlar.

Elime alıyorum birini. Avuçlarımda hafif gıdıklanma oluşturan yaratık, parmaklarım arasında duruyor: Demek biri de sendin, bana verilen nimetin fazlasını benden alarak terazime hayır dolduran. Seni kutlarım. Benim malımı çaldığını zannederek benden uzaklaşmaya çalışma. Bilakis hareketin mutlu kişiler arasına kattı beni. Dönüyor ve bileklerime ilerliyor. Gömleğin kolları arasında kaybolmasına izin vermiyorum: Onu ait olduğu ortama bırakıyorum. Şimdi, ön ayaklarına aldığı pirinç tanesi ile yuvanın yolunu tutuyor. İzlemek, uzun uzun seyretmek. Geliş ve gidişleri. Ne korkmaları var ne de yön değiştirmeleri görünce beni. Diğer mahluklar gibi değil karıncalar: Kurbağa gibi değiller. Kurbağaların insanlardan çekinmeleri var. Kuşlar gibi değiller. Kuşların korkmaları ve uçuşları var. İnsanlardan çekinmezler, kaçmazlar ve korkmazlar.

Ne güzel. Tanrım bu ne mutluluk; verdiğin nimetin ziyadesindeki poşetten üçte bir azalma olduğunu gösterdin bana. Beklemiyordum.

Yüzlerce karınca nimeti yuvaya taşımakla meşgul. 5/6 metre yukarıdaki yuvalarına. Pirinç habbeleri (taneleri) ağızlarında, peşpeşe yollarda. Dizilmiş tesbih taneleri gibi uzuyor.

------------------------------------------------------------------------------

Üçüncü gündü.

Ne de çok gidiyorsun dedi Erika.

Giderim, dedim. Onlar dostlarım dedim. Bizi kurtardılar dedim.

Nasıl? dedi.

Sen keşfet nasılını, dedim.

---------------------------------------------------------------------------

Gidiş yolumu uzattım.

Öğle sonrası çıktığım yolumu gölgeler uzayınca tamamladım.

Ey karıncalar bilemezsiniz niçin mutluyum?

Size kavuştuğum için mutluyum.

Gözlerime inanmak zor.

Kuzeybatı yönünden bir kervan daha gelerek nasipleniyor. Çalışanları dikkatlice inceledikten sonra, bir gurubun da kuzey batı yönüne götürdüklerini görüyorum. Eskilere: Sizin yedikleriniz yeter. Yeterince kış için erzak depoladınız. Bir avuç dolusundan daha fazla olmayan poşeti misafir karıncaların yuvasının etrafına boşaltıyorum.

Yeter artık diye düşündüm. Zaten bir tabaktan fazla pilav kalmamıştı poşette.
Poşeti, kuzeybatı yönündeki yuvanın önüne boşattım.

Sevindiler.

Nasıl sevinmezler ki!

Rızık yaklaşmıştı.

Kuru otlara oturdum. Yuvalarına giriş ve çıkışlar ne de düzenli. Ağırlıklarından kat kat fazlasını taşıyabilen yaratıklar. İçlerinde minicik olanları var, çalışmayan, çalışanlara yol gösterenleri de. Sonra; bedenlerine yerleştirilen organları düşündüm: Ciğer, dalak, kalp, sindirim organları …. Sığdırılmış bu minicik bedenlere.

-------------------------------------------------------------------------------

Öyle dedim Erika’ya. Artık dedim, artan dedim, sürekli artan bir ecir senindir.

Nasıl olur bu? dedimedi.

Bak dedim: Dökülecek pilav taneleri kış boyunca karıncaların midesini dolduracak. Yaşamları senin çabaların akabinde kalacak. Ve karınca karıncayı doğuracak. Yumurta ile de olsa yeni bir hayatın başlangıcı sayende olacak.
Evet dedi. Anladım dedi.

------------------------------------------------------------------------------

Şimdi daha mutluyum. Nasıl şükür etmeli, şükrün neresinden başlamalıyım.

------------------------------------------------------------------------------

Bizler, toprağında kaybolmuş mahluklarındanız. Başıboşluğumuza son ver. Karıncalara gösterdiğin yolu bize de göster.

KADIN VE ÇOCUĞU *

Çay ocağı ve yaşlı adam…

Bana hacı diye hitap etmesi yok mu…? İşte bu kelime yıktı beni. Bu adam benim hacı olduğumu, ya da olacağımı ne biliyordu?

Döndüm ve adamı karşımda buldum. Burun buruna derler ya, işte öyle. Gülümsüyor. İlk bakışta, `kim bu adam?` diye düşündüm. Beni tanıması gerekir, yoksa durduk yerde, hak etmediğim ama hak etmek üzere olduğum sıfatımı nereden bilecek ve ne diye kullanacak?

Adamı tanımıyordum, nereden tanıyacağım, görmediğim bir sima ile karşı karşıyayım.

`Beni tanıyor musun?` dedim.

Dedim ama nafile. Beni nereden ve nasıl tanıyacaktı?

Uydurmuş olabilir. En iyi varsayım; tahmin etmiş, olabilir.

El işaretiyle yanına oturmamı söyledi.

`O insanlar gibi olma, dedi.`

`Hangi insanlardan söz ediyor bu adam,` diye düşündüm.

`O, insanlar nasılmış ki! O, insanlar sözü ile kimi kastediyordu?`

`Nasıl olmalı imişim? `

Adamın kasdebileceği, ‘o insanlar'ı ’ yeniden iyice düşününce, ‘demek ki bana o insanların hikayesini anlatacak,’ diye geçirdim içimden.

Öyle de oldu,

Anlattı.

`Bu günden daha soğuktu, diye başladı, kadının elinde yetim oğlu vardı, dedi sonra adam. Bezirgana uğradı. Kapıdan çekine çekine giriyordu.

Girmese miydi acaba!

Girdi, girdi ya, girdiğine pişman oldu mu? Hayır olmadı. Belki kendini azarlanma, aşağılanma neticesinde suçlu hissetti ama, başka da yapacağı yoktu.
Düşündü; ve böyle yapmasının en uygun yol olduğunu bildi.

‘Herbir şeyimi anlatmalıyım, halim onlarca biline ki, benden sorumluluk gitsin, hesaplaşmada (ahireti kasdediyordu)alacaklı duruma geçebileyim…’ Buna benzer ama bununla sınırlı olmayan şeyleri düşündü.

`Her zamanki haliniz sizin dedi bezirgan. Bunları her gün defalarca duyarız dedi çırağı.`

`Bir de mübarek günleri kullanırlar,` diye söylendi bezirgan.

Kadın utangaç:

‘Benim için değil, şu yetim için bayramlık istiyorum. Kaç gündür ağlıyor yetim. Yaklaşan bayramı öne sürerek yapmıyorum, bu biline,’ dedi.

Başka dükkana, başka bezirgana uğradı, aynı kelimeleri sarfetti. `İleride borcumu öderim,` dedi. Dehasını da dedi; yani şunu dedi; `ya ödeyemezsem, ödeyemezsem işte o zaman sizin infakınız devreye girer,` dedi. Demeseydi bile bu gayet samimi itiraf sonrası kadının dilenci olmadığı açıkça belli oluyordu, anlayan için.

Karşıda birinin gözetimindeler. Bu dükkan Ermeniye ait…. Ermeni’nin ilgisini çeken kadın ve çocuğu sürekli Ermeni’nin takibinde.

`Gelin, buyurun,` diyor şişman adam.

`Çok nazik,` diye geçiriyor içinden kadın.

Girmek istemiyor. Zorunlu olarak girmeli, başka çaresi yok. Ama yine de girmek istemiyor.

Kadının çocuğu, kadını dükkana çekti, girmesi için de kadını zorladı.

`Ne dedin o iki adama?` dedi şişman bezirgan.

Sana ne bundan mı deseydi kadın? Belki doğru olan da bu idi ama demedi işte.

`Hele geliniz,` dedi.

Oğlu oturdu bile.

Kadın, ’bir bezirgan benim içeri girmemi talep ediyor, hem de ayrı milletten biri. Nasıl yaparım bunu,` diye düşündü.

Düşündü ama başka da çaresi olmadığından girdi.

`Ne diyecek acaba?`

‘Ne istediniz komşulardan?’ oldu ilk sözü Şişman adamın.

Kadın, ‘olmaz olsun öyle komşuların, ‘ diyecek oldu, ama bu cümle düşüncelerinde kaldı.

Kadın ve oğlunun meramını anlayan tecrübeli bezirgan diyalogu daha da uzatmanın anlamsızlığını düşündü. Kadın ve oğluna oturmalarını işaret etti.

Kadın, olanlara bir anlam veremiyordu. Bezirganın metreyi alıp, raflara yönelmesi, kadının şimdiye kadar ki düşüncelerinin ötesinde, yeni bir düşünceye itti: ‘Demek yetimimin bayramlığı Ermeni’nin infakı ile olacak?’

Ermeni 1. Topu indirdi. İki elbiselik kadına, iki oğluna.

Çocuğun, elini kumaşın üzerinde gezdirmesi, kadının bakışlarının kesilen elbiselikler üzerinde şekillenmesi, Ermeni bezirgana ömrü boyunca göremediği bir mutluluk verdi.

2. Topu indirdi. Bu defa önce yetime, arakasından kadına kesti. Neden sonradan aklına geldi? Birer elbiselik daha kesmeli idi?

Ermeni, kadına nazikçe konuşmak istedi: 'Şu top ta satılmayan cinsten.' demeliydi. Hayır, böyle konuşulmaz ki, diye düşündü arkasından. Şöyle demeliydi; ` demode olan cinsten.` Ama neden öyle konuştu?

Kadın topu görünce: 'Ne güzelmiş,'diye söylendi.

Ermeni, kadının söylediklerini duydu.

`Öyle ise topun hepsi senin. biraz demode ama güzel bir kumaş.`

‘Ne yapmalıyım, yeterince, bana ve oğluma yardımcı oldun, istemem bunu.’

‘Hayır hepsi senin. Yatağına yüz, yorganına kılıf yaparsın.’

Kadının koltuğundaki iki paketten birini çocuk kaptı. Liseli kızların kitabını döşüne alması gibi, göğsüne sıkıca bastırdı. Sanki tekrar alacaklarmış endişesini taşıyarak iyice sıkıştırdı, sakladı.

Beklemediği, ummadığı olaylar karşısında donakalan kadının gözleri bir noktada ve hareketsizdi.

`Gidebilirsiniz artık,` dedi şişman adam.

Çocuk, annenin elindeki diğer pakete saldırdı. Her şeyi kendisinin taşıması gerekliliğini düşünmeden öte, annesinden alacaklarmış gibi geliyordu.

Ermeni, kadın ve oğlunu gözleriyle takip etti. `Çocuğun neşesine diyecek yok,` diye söylendi.

Kalabalıkta kayboluncaya kadar baktı.

Gözleri yaşardı.

.

Çocuk, yolda şöyle hayalledi: Çocuklar, kalabalık adamlar topluluğuna koşuyorlar. En önde de bezirgan. Gülüyor ve bezirgan amcasına koşuyordu.

Bezirgan amcası şöyle hayalledi: Çocuklar kendine doğru koşuyorlar. Çocuğun arkasında, mat olmayan kumaş vardı. Ne de güzel yakışmış, dikilince, diye düşündü.

İçinde bir mutluluk, huzur hisseden yaşlı bezirgan akşamın habercisi sesi her zamankinden daha başka bir şekilde dinledi. Ses, daha anlamlıydı sanki…

--------------------------------------------------------------------------

Olay, gece, şehrin saygını Hafız Ali Efendi’ye ayan oldu.

Hafız Ali Efendi rüyasında kadını gördü. Kadın bu kutsal bilinen adama derdini anlattı. Kadının anlatmalarında, bir fazlalık yoktu.

........................................................................................................

Sabah.

Hafız Ali Efendi dükkanları dolaşıyor.

Acaba bildikleri yanlış mıydı?

Ya da yanlış olan yer var mıydı bildiklerinde?

Acaba..

Kadını ve oğlunu (hayalinde)karşısına aldı, gördüklerini yeniden tahlil etti.
Kutsal adam, rüyasında gördüğü kadını (hayalinde) yeniden karşısına getirdi.

Bezirganlar:

Sabahın körü, erkenden gelmemesi gerekirdi, ama gelmiş, ne işi var bu saatte? diye düşündü.

`Bir kahve... `

`Ayağımıza kadar gelmiş kutsal adam. İkram etmeliyiz, bir kahve…`

`Hayır,` diyor kadına ve yetim çocuğu için elbise vermeyenlere, kadını azarlayanlara.

2. Dükkanın da önünden geçti.

`Bir kahve, dükkanımızı şereflendir.`

Ne büyük şerefti Hafız Ali Efendi’nin dükkanlarına girmesi? Satış artar mıydı? Ne demek o günkü ciro tavan yapardı. Ama Hoca yüzlerine anlamlı anlamlı baktı sadece.

Ermeni’nin dükkanı önünde duruyor.

`Hafız Ali Efendi, ikram edilen kahveleri hor gördü de Ermeni’nin dükkanı önünde durdu. Vay anasına, şimdi de içeri giriyor. Vay anam, şimdi de adamın kahvesini içiyor. Adamla ne hoş bir sohbette.`

Ve Ermeni, Hafız Ali Efendi’nin huzurunda.

Şimdi de Hafız Ali Efendi’nin camisinde abdestini yineliyor, bu ilk abdest neticesi ölüyor.

İNCİR KUŞLARI *

Günler geldi geçti.

Haftalar ve aylar da geçti.

Yağmur yağdı.

Sonra kar yağdı.

Kar, kaldırımlara lapa lapa düştü. Art arda düştü kar, caddelere düştü, geniş bulvarlara düştü, sanki tamamlanmayan boş yerleri doldurmaya çalışır bir hali vardı. Hiç te başarılı olamadı, zalim tekerlekler karış karış olan karı çiğnedi geçti, geride şarıl şarıl akan bir su akıntısı bıraktı.

Sonra karın dinmesini fırsat bilen deli poyraz, dağın eteklerinde peyda oldu. Deli deli esti, tüm esikleri doldurdu. Önce, şehrin sokaklarında göründü. Geniş caddelere yöneldi, bulvarların kenarlarındaki ağaçları secde ettirdi. Mağazaların önlerinde, kadınlar, kaldırmasın diye eteklerini tuttu; başarısız. Erkekler yüzlerini çevirdi. Herkes çevirmedi yüzünü.

Çocuklar metrelerce sürüklendi.

Günler geçti.

Oruç geceleri geldi, sahura kalktık.

Su ısındı.

Toprak ısındı.

Hava da ısınınca, İzzet tamam dedi. Neden dedi ve niçin dedi? (Biliyor musunuz hep sevdim bu adamı? Tabi önceleri daha çok. Neden ve niçinini ben biliyorum.) Artık yakıta ihtiyaç azaldı. Yalnız bu mu?

Son cemre de düştü dedi, Adem hoca.

Sellendiren yağmurlar sonrası, güneş bir güzel parladı. Sonra daha güzel parladı ve ısıttı, akşamları küsen bir çocuk gibi oldu ve yuvasına çekildi.
Sonra da ıslatmayan yağmurlar bile kesildi.

Güneş tüm hışmı ile vurdu.

Toprak kurudu, çatladı.

Yaprak, koca karı eli gibi buruştu.

Yaşlı adam, parkın çimlerini ve çiçeklerini suladı. Bana baktı, bir tuhaf baktı. Başını kaldırdı ve yeniden baktı. Bir tuhaf baktı. Normalin ötesindeki bakışı neticesi deprem oluyor sandım, masa sallandı. Oldu işte, canım yalan söyleyecek halim yok ya. Hem neden yalan söylemeliymişim? Tamam kabulleniyoram, belki de bana öyle geldi.

Adam ağaca baktı sonra.

Köşedeki dut ağaçlardaki son dutları yiyen, henüz olgunlaşmayan ama olgunlaşmaya meyilli incirleri gagalamaktan öte bir şey yapamayan incir kuşlarını gördü.

Karşı masadakiler bana baktılar.

Karşı masadakiler bana niçin baktılar?

Bir birine fısıldaştılar sonra.

Endişelendim.

Kalemi kağıdı bıraktım. Çantamın altına bıraktım onları.

Bir şeylerin olduğu kesindi. Kesindi ama yanılgımın neresindeydim?

Boşbulunmuşluğumun neresinde yakalamışlardı beni?

Belki, düşen kalemi almak için eğildiğimde gözlerim onları üzerine kaymış, gözlerimi de istemeyerek kipilettiysem, bu hareketi ışmar anlamında sanmış olabilirler. Al sana püsküllü bela. İstem dışı bu hareketimden dolayı beni sorgulamamaları gerekir.

Gözlerimi onlardan ayırmalıydım.

Yarı döndüm.

Nafile.

Bana bakıyorlar.

Bir ara baksınlar, bundan ne çıkar, diye de düşündüm.

İçimin ‘çok şey çıkar,’ diyen sesine kulak vermeliydim.

Parkta beni tanıyanlar çoktu elbet. Lekelenmek istemezdim, içimdeki sıkıntının büyümesini istemiyordum.

Kendimi bayat hissettim, onları da taze.

(Burada bir anımı anlatabilirim:
Aslında buna anı da denmez, olağan şeyler, alışkanlık icabı sık sık yapıp, bazen de terk ettiği şeylerdir arkadaş bildiğim yaşlı adamın yaptığı.

Olay şu: Arkadaşım, şehrin bir yerine gitmek istediğinde, dolmuşçuya parayı uzatıyor, ama ne alması gerektiğini hemen söylemiyor. Sorunca, iki hurda parası alacaksın, diyor.

Ne demek istediğini anlayan anlıyor, anlamayan da, ne demek istediğini soruyor. Ne güzel, değil mi?)

Çiçek dalında güzel, derler. Niçin söyledim bu cümleyi? Çocukların çiçekleri koparıyor olmalarının akabinde, istemdışı söylemiş olabilirim.

Hafızamın dediğine göre gelen şu iki kişiden birisinin adı M., öbürüne de hiç yabancı değilim. Sizi gözüm ısırıyor, diyecektim, bana sahip çıkmazlar mı?

Oturdular.

Cin gibiler, diye düşündüm.

Cin gibiler.

Dağın eteklerinde başlayan yağmurun, geliyorum, habercisi rüzgar, üzerimizdeki ağaçtan tomar tomar yaprak gasbetti.

Hava soğudu.

Şimdi, incirleri kemiren ne incir kuşları, ne incirin meyvesi ve ne de incirin rüzgarın hışmına karşı koyabilecek yeşil yaprağı vardı.

Aradıklarımın keşfini yakalayabilmiştim ama buranın dışında yaşamak daha güzel gelecek bana.

İHTİMALDIŞI *

Hani, asansörü çağırırsın, gelmez. Sabırsızlanırsın. Gözlerin göstergeyi takip eder. Sabırlanırsın, yine de beklersin, elinden bir şey gelmez, yapacağın ne var ki?
Düğmeye sık sık basarsın. Bilirsin bu şekilde gelmez. Gelmesi için belli süresi vardır. Çıkacak ve içindekileri boşaltacak, eğer tutan olmazsa artık isteğine cevap verir.

İnsanoğlu sabırsızdır. Bekleyeceği birkaç dakikayı geçmez. Ömrü boyunca binlerce saati, milyonlarca dakikayı boş yere harcar da, burada bir kaç dakika beklemek zoruna gider.

Derken beklenen süre dolar, kabinin alt kısmı görünür. Kat seviyesine inmesi kalmıştır bir, bir de “ben geldim, açınız,” anlamında ‘tık’ sesi.
‘Tık’sesi duyuldu ve kapıyı açmak üzere elinizi hareket ettirdiniz. Kapı kendiliğinden açıldı. Hayır, içindeki kapıyı itti ve beklemediğiniz bir zamanda, beklemediğiniz biriyle burun buruna geldiniz.

Korktunuz.

İstemdışı bir korku bu. Beklenmeyenin akabinde gelen bir korku.

Bilmiyordunuz içinden yabancı birinin çıkacağını.

(Aslolan hiç te düşündüğünüz gibi değil. Yeryüzünde yabancı diye biri yok. Hele yaşanan muhitte böyle birinin olması ihtimal dışıdır.) Bilmiyorsunuz, asansörü çağırdığınızı sanıyorsunuz, hayır o asansörü siz çağırmadınız.

İşte böyle oldu.

İÇİMİN BOŞLUĞU

Oluklarından suların hışımla aktığı bir parktayım. Genişçe bir park. Kentin kenarında olduğundan her bir yer sakin. Ağaçların bol olduğu bir köşedeyim. Sakin ve sessiz. Oturduğum yerin yüksekçe olması, bahçedekileri bana yaklaştırıyor gibi geliyor. Uğramadığım günlerde içimin boşluğunu net duyuyorum, ruhumda davullar çalınıyor sanki. Şimdi, büyük bir çerçevenin içinde, kafası anılarla dolu bir Osmanlı beyefendisi gibi hissediyorum kendimi. Kalın kaşların altındaki manalı bakışlarım uzayıp gidiyor. Uzun kavak ağaçları, yaşlı akasyalar, asırlık çınarlar ve eğri büğrü dikilmiş çam ağaçları anlamlı bakışlarımı tesirsiz kılamıyor.

Sıcaklar tam kırılmış değil henüz.

Sıcak.

Ama burası ne serin yer.

Neden şimdiye kadar bilemedim burayı.

Hasretli bakışları kimi insanların.

Uykulu gözleri yeni yürüyen çocukların.

Gülücükleri sonra birilerinin.

Bir kız çocuğu ayağını havuzun suyuna batırıp batırıp çekiyor.
Gülüşlü bir başka çocuk onu taklit ediyor. Neden sonra vazgeçiyor? Nedenini sormak gerekir mi? Gerekse bile sorulamaz ki. Belki, bu hareketinden usanıyor, belki ayakları üşüyor, belki de gelişmemiş hafızasının kurbanı oluyor: Yapması gerekenleri unutuyor.

Masaya bir yaprak düşüyor. Her gün bir yaprak düşse ne var sanki? Kağıt ve kalem gibi onu da çantama alırım. Sanki eskilerde kağıt mı vardı? Yaprak üzerine yazılmaz mıydı yazı? Yaprak, kağıt görevi yüklenemez mi? Tüm bunları düşünmem az bir zaman alıyor.

Yaprak elimde şimdi. Evirip çeviriyorum onu. Ağzıma aldığım parçasını çiğniyorum.
Güzel bir tadı var.
Kokluyorum.
Kokusuz.

Gözlerimi yaklaştırıyorum, bana öyle geliyor ki, sık sık renk değiştiriyor; şimdi kahverengi.

Elimdeki yaprağı gözlerimle parçalıyorum; damarcıklarından başlıyorum önce. Dilim dilim ediyorum. Fakat bir türlü aradığım yeşili bulamıyorum. Gördüklerim yine aynı renk; kızıla çalan kahverengi.

Dikkatimi, yaşlı çınarın altında oynayan köpek yavruları celbediyor. Çocuklar, kucaklarına alsalar da, sırtardıklarında geri çekiliyorlar. Bir çocuk var ki, ne sırtarmalar ne de havlamalar onu korkutabiliyor.

Şimdi bir başka ağacın kalın köküne sürünüyorlar, az sonra da başka ağaçlar seçecekler. İşte o zaman çocuklardan uzakta kalacaklar ve oyunlarına engel olan olmayacak.

Lokantacı çırağının çöpe getirdiği karpuz kabukları ve kemikler için koşuşuyorlar.
Birbirlerine saldırmalar ve kovalamalar başlıyor. Kemiklerin cazibesi birbirlerine dost olduklarını unutturuyor.

İÇİM TİTREDİ *

Gözlerime bir masa geliyor sonra.

Görüş alanımdalar: İlk yazda gördüklerim ve kaçarak kurtulduğumu sandıklarım.

Bana bakıyorlar.
Fısıldaştılar.
Endişeliyim.
Kafa kafaya verip yine fısıldaştılar.
Bu kez ilkyazdaki gibi olmadı.
Göz kırpmadığım, bay bay anlamında el sallamadığımın bilincindeyim.

Gülümsediler.
Evet, bana gülümsediler.
Yine de endişeliyim.
Sağa sola baktım. Evet, bana gülümsediler.
Bana geliyorlar.

Ben, gelsinler dedim kendi kendime. Biliyorum, bu kelime insanı huzura kavuşturur, cüretlendirir.
Gelsinler ,dedim ben.

Yine de endişeliyim.
Birincisi; oturabilir miyiz, dedi ama beklemeden sandalyeyi çekti.

Merhaba, dedi ikincisi. Gözleri ışıldadı, güldü ama dişlerini göstermedi. O da oturdu.

İçim titredi.
Sizi hep aradık o bahçede. Gelmediniz. Neden o bahçeyi terkettiniz ? dedi avukat olduğunu söyleyen sarışın olanı.

Bizi hatırladınız mı, dedi esmer olanı.
Konuşmama, sorularına cevap verme fırsatı vermiyorlardı. Biri soruyor, öteki cevaplıyordu sanki.

Bizi tanıdınız mı, dedi avukat olanı.
Aman Yarabbi, aynı sorular yine.
Tanıyor gibiyim.

Bir kez daha baktı.
Göz göze geldik.
Tıpkı tanıyor gibiyim.
Konuşmama yine fırsat vermediler. Hoş, konuşacak durumda mıydım sanki?

Üzerlerinde bazı çizgiler aramakla meşguldüm. Bir yazar, betimlemelerini nasıl yapar, ruh tahlilleri nasıl çizer, kime başvurur. Kafam bu gibi şeylerle meşguldü.

Avukat olduğunu söyleyenin değil de, diğerinin saç modeli dikkatimi çekti. Niçin birilerine özendiğini anlamak mümkün. Dikkatimi çeken, yalnız birinin saçı değil elbet. Neden, bu kocaman surata, küçücük burunun yerleştirildiği ve esmer olduğu halde gözlerinin renkleriydi. Böyle düşünmemde, bir şirk olabileceği kanısına vararak kendimi topladım ve pişman oldum.

Aylar önceydi, diye başladı sarışın olanı; asansörü hatırladınız mı? Hani bizim boş sandığımız asansörden siz çıkmıştınız ya.

Devlet kuşu, dedi, baktı esmer olanı, kabinden birinin çıkacağını beklemiyorduk, elimi uzattım ama çekmeden kapı açıldı. Günlerce takipte olmamızdan, yüreğimizin korku dolu olması ve kendimizi boş bırakmamız neticesinde sizi görünce irkildik. Takipçilerimiz gerideydi. Bize sahip çıkmanız ümitlerini kesmiş olacaklar, bir daha görünmediler.

Tepemizdeki ağaçta son meyveleri kemiren mini minnacık kuşlar. Ben onları hep akşamları gelir sanır, renklerini sarı bilirdim. Yanılmışım. Ne sarıydılar, ne akşamları gelenlerdendi.

Kuşlar uçuştular. Ancak uçarken masaya bıraktıkları anıları kaldı.

HASET * buraya geldim

Çünkü, siyasi görüşleri ayrı olduğu gibi kültürel anlayışlarının da ayrı olduğunu bilen bay T.* tavuktan bir parça koparıp, bayat olduğu kanısına vardığı leşi fırlatıp, dilini çıkardı, dudaklarını yaladı. Bu alemde kendinin en yetenekli yaratık olduğunu sanarak ağzını şapırdatıp, başını kumakertiş gibi kaldırıp sağa sola baktıktan sonra tilkice düşüncelerini depoladığı yüreğini yokladı.

K.* için yeni bir hile. K.yi soyutlama eylemini düşüncelerine getirdi, çoktandır belleğinde var olan bu yolu kendi kendine rötuş etti.

Leşten geriye kalan : Dudaklarında ekşimtrak bir tat. O kış gecesi yaladığı kusmuğa benzer.

Yine de mutlu.

Ama telaşlı, ama kaygılı, ama kederli, ama tasalı hiç değil.

Sıradan, adi, çerçeveli ama çok numaralıymış süsü verdiği gözlüğünün altından K.ye baktı.

Buslu.

Gözlüklerini çıkardı baktı.

Bulutumsu.

Düşündü.

Kalktı.

Alanda ileri geri adımladı.

Kapıya yöneldi.

Sansar bile onun gideceğini sandı.

Gitmedi, oturdu.

Seçtiği yerin yumuşaklığı onu gevşetti.

Gerildi.

Koltukta kayboldu: Arkadan bakılsa koltuk boş sanılırdı.

Düşündü: Kendine filozof desinler istiyordu. Arkadaş bildiklerine çok kez de söylemiş, “ bana feylezof “ diyeceksiniz demişti.

Düşünme yetisinin azlığından olacak ki, ön ayağını alnına götürdü.

Düşündü.

Tilkice.

Dalkavukça.

Leş kokan hilelerdi bunlar.

Bir engel daha var. Kuzu ile aralarındaki bağ. Kopmak üzere olan bağ.

Arkadaşlarını da Kuzu ile ilgilenmesinler istiyordu. Ki, engel o zaman kalkardı.

Konuşturmamalıydı.

Kimse bilmesin, toplum bilmesin istiyordu K. 'nin sanatının güçlülüğünü. Biliyordu K., Kimsenin iç çamaşırını çalmamıştı. (Kimseye kazık atmamıştı.) Öyle bir düzen kurmalıydı ki, plan çok sağlam olsun, proje estetik. Çalan su yüzüne, çaldıran tabana inmeli. Günlerce düşünmesinin meyveleri: Düzen. (Hile)

(O gün Eriza ile konuştuk. Buna konuşma denmez, bir çeşit dertleşme. Yüreğindeki gizlilikleri açtı bana Eriza. Her bir şeyini söyledi. Akşamüstünün karanlığı gibi çöktü içime Eriza’nın itirafları. Neden söylüyor bunları dedim önceleri. Şaştım ama o heyecansız anlattı yaşamını. Berrak sözler. Karşı evin penceresindeki adama bakarken yakaladım gözlerini. ‘O, amcamın oğlu,’dedi. ‘İnan, ak sözler bunlar’ Bir yazara her şeyimi anlatırım demesinden sonra anladım içtenliğini. Yanımıza biri geldi. Ağabeyim dedi. Başkasına kız kardeşim, dedi. Nişanlım şimdi asker dedi Eriza. Orada da sökük dikiyor.

İkinci gün onu uygunsuz yakaladım kardeşim dediği çocuk ile. Her şey olsun ve bitsin, ister bir hali vardı Eriza’nın.

Bunları: Eriza’nın desisesi ile bay T.’nin düzenini ayrı görmediğimden anlattım.)

Meclis ve yeri: İçinde yaşanılan imparatorluğun öncüleri tarafından atlarını bağlama gerekçesiyle çaktıkları kazık büyümüş büyümüş. Kocaman ağaç olmuş. Asırlara meydan okumuş. Alanın ortasına kurulu bu meclisi, işte bu yaşlı ağaç gölgeliyor. Çevresi örülmüş. Üzeri açık bırakılmış. Ağacın kökü kovuk, alana buradan giriş var. Aynı zamanda felaketlerden gizlenme yeri. Aşağılarda ama çok ilerilerde kentin gecekondu evleri ve ötesinde çok nüfuslu olduğunu müjdeleyen bir yerleşim yerinin çok katlı yapılarının başlangıcı.

Irmak: Kıvrıla kıvrıla akıyor ve uçsuz sanılan ovada kayboluyor.
Gölün yorgun, dalgasız suyu.

Buradan her bir şeye kuş bakışı bakılıyor.

Sanki ağır dağlara sarkan kirli bulutlar içinde oturuluyor. Yemyeşil bir plato.

Baharın hitamının sembolü, sararan ekin tarlaları. Uzayan karınca yuvaları ve düşüncesinde bile faaliyetini sürdüren bay Tilki.

(Şu an anımsamakta güçlük çekiyorum: Bay T. ' nin sırtında ne vardı? Hava ılık olmasına, başka bir deyişle post giyilmeyecek olmasına karşın ne vardı sırtında bay T.'nin? Ağır kuralların alındığı mecliste çarpıcı özelliğe sahip olanların bulunması mı gerekiyor?) Ortalıkta dolaşan bir tuhaflık var. Olmaması gereken bir garip hava dolaşıyor ortalıkta.

T. nin umutsuz olduğu belli. Gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi. Kızarmış. Gözlerinin beyazı büyümüş. Çok gecedir uykusuz sanki. Yüzü toprak rengi. Konuşunca tükürükler saçılıyormuş gibi.

İççekişler.

İçi bulandı. Başı döndü. Ah ! dedi, sansar’a baktı. Gözgöze geldiler biran. Dudaklarını araladı. Ses çıkarmadan konuştu. İkna edemedim seni dedi. Yeniden baktı ve yeniden aynı sözleri yineledi. Biliyorsun, benim gücüm yetmeyebilir, sen parçalayabilirdin. Rica ettim sana. Sözlerimi hafife aldın. İkna edemedim. Yaralasan bile yeterdi. Gerisini bana bırak dedim sana. Yaralasan.. Kovalar bir çukura düşürebilirdim. Üç gün bekler, yerdim.

Hoşgörü diyor, sevmek diyor K., bir kalbi kazanmak diyor, bir gönüle sahip olmak diyor. Birleşelim diyor. Doğru sandıklarımıza saplanıp kalmayalım. Seneler var ki geriye doğru gidiyoruz. İçimizdeki tahribat büyüyor. Ütopik olmayalım. Belirli seviyemiz olsun. Aşağılarda kalmayalım. Birbirimizden yararlanalım. Üretici olalım. Kalite önemli olmalı.

Öte yandan T. çaresizliğini ayrımsadı.

Sevemiyor. Yaşlı değil ama yüreği yaşlı. Ömrü sırtında bir yük: Bunu bilemedi. Geleceğe ümitle bakamama korkusu var.
Hangi dünyada yaşamalı. Yaşadığı bir düş dünyası.

Artık onu ancak hasetle karşılayabilir, yaptıkları doğruları yanlış göstererek durdurabilirdi.

Kalkmak istiyor.

Yüzü korkunç.

Başının döndüğünün bilincinde.

Beyni karışık.

Kalkamıyor.

Kalkma! diyor içinde yeni oluşan tilkice bir ses.

Kalkma! Ortalık haset kokuyor.

Öte yandan K. Yine de hoşgörüyü elden bırakmam, beni kovanlara hoşgörü ile yaklaşırım diye düşünüyor. Karşımdakinin sızlanmalarını duyuyorum. İki duvar arasına sıkışmış bir varlıkmış gibi görüyorum onu. Evet, bana iki duvar arasına sıkışmış gibi geliyor T.

Masada bir tablet.

K.'nin yazıtları: Danikan’ın anlattıkları yoktu elbet o kutsal sandıkta. O, Tanrıların Arabaların’dan yola çıkarak gelmek istedi, geleceği yere. Yanlış bir yolculuk. Sandıktakiler: Her iki kardeş elçinin birer asası, birinin ayakkabısı ve diğerinin üstlüğü vardı. Bize ait olan ne varsa hepsi o yaldızlı sandıkta.

----------------

*T. Tilki
*K. Kuzu

HALKTAN BİRİ *

Mabedin projesini görmüş değilim ama duydum.

Törende ilk defa İ. Hoca konuşmalı değil miydi? Hiç konuşmayanlardandı o.

Millet vekilleri önce. Daha öncesinden meclis başkanı vekili. Belediye başkanı ve siyasiler konuştular.

Ne oluyor, diye soruyorum. Sesimi ancak kendime duyurabiliyorum. Bir mabedin temel atma töreninde son defa kentin müftüsü konuşuyor ve temel atmayı da son tamamlayan o.

Arabalara binildi gelmek için. Hocam ortada kalakaldı. Onu kimse düşünmedi.

Ben gördüm onu aralarda dolaşırken.

Onu tanımadı kentin vekilleri. Halktan biri sandı ve “amca” diye hitap etti ona bir vekil.

İzzet’e öyle dedim: Beni kimse tedirgin edemez. Ben de dışarıda dururum ama senin kadar değil. Örneğin şu siyasiyi ilk defa görüyorum.

Küçük Bahira bize yaklaştı. Bahira; saf bilincine yüklediklerinin eriyip kaybolmamasını sağlıyor. (Beni tanıyor)

GÜNEŞİN SON IŞIKLARI *

Bunlar güneşin son ışıkları. Sitenin apartmanlarının damlarında geziyor. Baharın hitamının habercisi, serin günlerin sonu başlamak üzere.

Aklıma olmadık düşünceler geliyor. Telgrafın telleri türküsü nasıl söylenir? Hem telgrafın teli olur mu? Olmaz. Ama neden söylenmiş bu şarkı?

Mayısın son haftası

Çarşamba akşamı.

Balkona çıkarıyor beni, sesler. Ambulans ve 2 polis arabası. Kalabalık karşı apartmanın önünde gibi geliyor bana. Telefonla görevliyi arıyorum. Kalabalığın olduğu apartmanın görevlisini. Kalabalığın nedenini soracağım. Ama telefon cevap vermiyor.

Akşama hazırlanıyorum ki Ayşegül geliyor. Kısa zamanda çok şey söylüyor küçük kız: " Bir kız, diyor. Öldürülmüş, diyor."

Zeki kıza şöyle bir bakıyorum.

"Nerede diyorum sonra." O, sıraladığı cümleyi henüz tamamlamadığına inanıyor. Sanki olaya tanık olmuş gibi heyecanlı, sesi titrek ve cümleler makineli gibi dökülüyor.: " Bizden ötede bir apartman var, daha ötede diyor. Oğlan takip etmiş ve okuldan gelen kızı öldürmüş, kendini de."

Ben de tahmin şimşekleri faaliyete geçiyor ama…

`Hayır hayır, yeğenim de öğrenci ama o olamaz. Olamaz çünkü onun olmamasını istiyorum ben. Kısa zaman sonra telefon geliyor. telefondaki ses kapıcı Şahin. Ben hastanedeyim diyor telefondaki ses. Sen de gel der gibi.

Neticede arkadaşıma rastlıyorum. En çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri. Arkadaşım: İ.

Bir burukluk sezer gibiyim onda. Ya da tavırları böyle; birimiz birimize karşı haksızlık etmiş gibiyiz.

“Olayın olduğu akşamdı.”

“Onu hatırlıyor musun?” diye sormak geliyor içimden, ama nedendir olduğu bilinmez, sormuyorum işte.

“Onu tanıyordum. Yere yığılışını görmedim. “ diye iç çekişi başlıyor arkasından.

“Görmek te istemezdim.” diye söyleniyor arkasından.

“ Çünkü çok ağır geliyor bana bu gibi olaylar. İyi de oldu görmediğim. Yerden kim kaldırmış, cansız değil ama henüz yarı canlı bedenini ? Annesi mi, kucaklamış, kaldırmış kanlı bedenini. ? “

“Ayak yalın koşmuş annesi.” diyor bir kız çocuğu konuşmamıza dahil olarak.

“Ağlayanlar ve sızlayanlar. “ diyor başka bir çocuk “

"Bomba sesi sanmış annesi" diyor önceki çocuk.

......................................................................

Savcı ifade alıyor.

Ne de çabuk ölmüş. Ölüm bu kadar çabuk mu?

Bu 4. Gün. Zaman ne de çabuk geçiyor.

Saçmalardan ikisi bizim kıza isabet etmiş diyor çocukluk arkadaşım Süleyman.

Üzerinden yıllar geçmiş gibi.

Sanki hiç olmadı bunlar.

Kimse kimseyi öldürmedi, kimse de intihar etmedi gibi.

GÜDÜ *

İçindeki çekişme ile karşı karşıyadır.

Ruhundaki boşluğu görür gibi oluyorum. Bu, yüzünden belli. Mutsuzluğunu biliyorum. Önünde mutlu bir yaşamın olduğu müjdesini benim vermem olmaz. İstiyorsa verebilirim ama… Hoş. Kendinin anlayabilmesi daha bir önemli. Kendini zorlasa… Gururunu bir tarafa atsa… öyle demek istemedim: Tabi ki ayak altına atacak değil gururunu. Diyordum ki, evet söylediklerimi uygulasa huzuru yakalar. Aksi halde bunalım kaçınılmaz olur. Böylelerinin bunalıma girdiğini ve sonrası.... intihara kadar uzanan hikayelerini bilirim. Beni, günlerdir uğraştırmaya ne gerek vardı sanki? İstiyorum ki… Şimdiye kaynaşmış olurduk. O kadar da değil. Tanıyorum canım. İsmini bile biliyorum. Beni kim tanımaz, kim bilmez ki, o bilmesin!

Kalktı.

İlerideki fötrlü adamın yanına oturdu. İçindekilerin alenice boşaltılması gerekliliğini sanan adam kendi kendine – ama yanındakinin de duyabileceği kadar- söylendi durdu: ‘Bakın karşıdakilere, nerede ise ruhları donuklaşmış. Mezara gidecek adamlar. Kim bilir evde ne huysuzluklar yapıyorlar? Şuram ağrıyor, yok efendim ben bunu yemem. Yemek beğenmemek, nimete itiraz… Ağrır tabi, hareketsiz durursanız, olacağı bu. Yaşıtlarından kalan mı var? Ya mezardalar, ya hastanede, ya da huzur evinde. Bre adamlar, siz yaştakiler camilerde tesbih çekiyor.’ Söylenmesinin burasında fötrlü adam kendine baktı. ‘ Ne bakıyorsun, dedi adama, ’ ‘ Sen neden tesbih çekmeye gitmiyosun algıladı bu bakışı.

‘Ben gitmiyorum. Yaşım genç.’

‘Genç mi?’ dedi şaşkınca.

Ekledi: ‘ Ne zamandan beri yetmişlikler genç sayılıyor?’

Kısık bir sesle: ‘ Hadi mezara deseler, itiraz edecek mecalin kalmamış.’
Söylediklerini, yaşlı adam duysa da, yaşına binaen anlamadı.

‘İşte bak. Şu karşıdaki, çıplak kafalı, kel herif. Sürekli ayakta. Sanki bir saraya dikilmiş anıt. Süleyman Mabedine anıt yerine diksen itiraz etmez. Hoş ya, itiraz edecek mecali mi kalmış ki? Antik çağlardan kalma bir tavrı var.’

Kalktı.

Bunalıma yakalanmasına ramak kaldığını iddia ettiği, henüz tanışma fırsatı bulamadığı, ama arkadaşım diye tabir ettiği kadının yanına oturdu.

Henüz tanışamadığı arkadaşının yüzü alayvari gülümseme ile kaplandı. Şimdi, alaylı gülümseme yerini acıya bıraktı.

Tuhaf bir tedirginlikle adama baktı.

‘Daha medeni, daha çağdaş olamaz mısın?’ Dedi.

‘İçindeki boşluğu görür gibi oluyorum.’

‘Bırak bunları. Yaşama gücüme müdahaleye hakkın var mı?’

‘Var.’ Demeli miydi acaba? Demedi. Doğrusu, ne konuşacağını bilmiyordu.

Bilinen, bir cümle söylemişti: ‘Dilerim nasip olmaz.’

GÖMLEK *

`Gömlekmiş,` dedi.

Babam, gelinliğinin pakete sarılı hediyesini açmak isteyince annem engel olmak istediyse de başarılı olamadı.

‘Gömlekmiş,’ dedi sonra.

Annem, gömleği kaptı.

Ben biliyordum,gömlek olduğunu dedi annem.

Nereden biliyorsun, dedi babam.

Ben bilirim.

Ama ben bilmiyordum, dedi babam.

Senin bilmen gerekir mi? Sen bilmesen olmaz mı, dedi annem.

Evet gerekir, dedi babam.

Öyle ya, sen bilmezsen kurbağalar kısır kalır, dedi, annem.

Çok ince kelimelerle konuşuyorsun yine, dedi babam. Jilet keskinliğinde cümlelerle, bir arı gibi sokuyorsun beni. Şu mutlu günümüzde beni incitme, diye inceden inceye konuştu babam.

Adete inliyor gibiydi.

Annem yine dokundurucu oldu: Neden mutlu oluyormusşun bu gün, dedi annem?

Mutluyum F. dedi babam, iki haslet var bu gün beni mutlu eden.

Neymiş onlar, dedi annem.

Ama sen yine bildiğini okuyorsun. Dokundurucu cümleler mi kullanman gerekli illa ki?

Annem, yine de sırıtıyor.

Babamın yüzünün mutluluk taşıdığı belli.

Neymiş onlar? diye babama sordu yeniden.

Bu gün babalar günü; bu bir. Gelinim bana hediye almış; bu da iki.

Söyler misin; kimin kırk günlük gelini kayın pederine hediye almış? Görülmüş vaka mı?

Babam, annemin elindekine yeniden saldırdı. Annem vermedi. Babamın gömleği giymesine engel olunca, babam bir köşeye sindi ve:

Sen kıskanıyorsun, dedi.

Ben kıskanıyor muyum?

Evet kıskanıyorsun.

Küçük kardeşim söze karıştı.

Küçük kardeşim adeta balıklamasına daldı söze.

Ben duydum baba, dedi.

Neyi duydun, dedi babam.

Annem, kardeşime baktı.

Annem, kardeşime bir tuhaf baktı.

Başını çevirir çevirmez konuştu:

Annem dedi ki, o gelin var ya... anneler günü geldi geçti. Bana hediye almadı. Babana almış. Ben biliyorum yapacağımı.

Ne yaparsın anne? Dedim. Ses vermedi.

İnceden inceye sokacak. Dedi babam. Gayrı ciddi.

Ben yılan değilim, dedi annem. Ciddi.

Sana yılansın demedim. Bir arısın, akrepsin. Nasıl?

*

Babam gömleği aldı.

*

Sabaha karşı idi; balkondan içeri taşınırken onu gömlek arkasında gördüm. Aynaya bakındı. Nereden bilebilirdim ki, niçin bakındığını? Pantolon giydi, yeniden aynaya bakındı. Kutsallaşmalı gömlek, diye söyleniyordu. Sabah yürüyüşüne gömlekle gitmeliyim. Sonra mabede dahil olmalıyım ama sırtımda bu gömlek olmalı. Mabetteki eylemimi gömlekle yapmalıyım. Kutsallaşmalı gömlek.

Henüz kırk gün oldu onu isteyeli. Kırk günlük sözlüsü oğlumun. Neden bu kadar çok sevdik onu. Kimin kırk günlük gelini kayınbabasını, babalar gününde değerli hediyeyle ziyaret ediyor? diye söylendi babam.

Öyle diyor babam: Kardeşimle ben; ablamız olmadı diye, annemle babam; kızımız olmadı diye imiş bu kadar sevgi. Annem her sofraya oturuşumuzda onu anar. Der ki bize; sizin kız kardeşiniz olmadı. İşte size kız kardeş. Onu, kız kardeş bileceksiniz.

Bileceğiz, derim ben.

Tabi anne bileceğiz, der kardeşim.

Kimin kırk günlük gelini kayınbabasını, babalar gününde değerli hediyeyle ziyaret ediyor? Cümlesini yineledi durdu babam.

Öyle denmez, dedi annem.

Ya nasıl denir?

Kimin kırk günlük sözlü gelinliği… diye başlanır.

Aman sende, dercesine elini savurdu babam.

Sandım ki, bir şeyler diyecek. Demedi. Ağzını açtı ve kapadı.

Demedi.

Sanırım, uzun süren mücadeleyi babam kazanmıştı. Kazanmıştı, çünkü annemin cevap yetiştirmek için kelime arayışlarına şahit oldum.