15 Temmuz 2012 Pazar

HAZİNE


Yüzlerce sene dile kolay bayım,  dedi  adam,  nasıl oluyor da bunca sene çürümeden kalabiliyor ceset.
Adamda bir gariplik vardı.
Tuhaflık.
İnanmıyor  gibiydi  bu olaya.
Belki de inanıyordu ama tuhaftı işte.
Daha genç olanın da teslimiyet fazlaydı.
Hayır dedi o.
Bunca diye terakki edilen senenin önemi yoktu onun için.
Yutkundu.
Öteki  elini ağzına götürdü ısırır gibi yaptı parmaklarını.
Sen de taşıdın cenazeyi ağrıdı işte.
Yalnıza cenazeyi taşıdım ama, dedi adam.
Ne demek yani, dedi olanı inkar mı ediyorsun ağırlığı…
Hayır dedi inkar etmiyorum ama tabutta ne olduğunu bilmiyor insan.
Dedim ya sana    ne yani bana inanmıyor musun?
Böyle anlar başkadır dostum dedi adam, bir baskı olabilir boş tabut ceset varmış gibi   psikolojik bir durum sonra normalden ağırdı.
Olacak tabi dedi, genç olanı.
Olacak, olağandır  diye ben söze girdim.
O zamanın  insanı günümüz insanından farklıydı elbet uzun boylu ve cüsseliydi.
Sen görmedin ama, dedi yaşlı olanı,  bana müdahale etmek istedi. Ssözlerimin kafasını karıştırdığı  belli. 
Belli, dedim bunlar ecdamızın  hazineleridir.
Bize sunulan mücize ve hazinedir dedi genç olanı, doğanın bize sunduğu hazinedir sendeki kuşkunun kalkması biraz zor.
Nasıl oldu dedim ben, öğrenmek için.
Yıllardan beridir oradan geçerken farklı şeyler gelirdi aklıma dedi genç olanı, köylüler kutsal bilirdi burasını, kanıtı kimi gecelerde yeşilimsi bir ışığın orasının üzerinde kalburlanması sonradan toprakta kaybolması.
Kaybolması.
Nur derlerdi buna.
Yine nur indi dereye.
Bilinen yatırlar tepelerde olur, yükseklerde olur, nur oraya iner
Çocukluğumda beri.
Nurun her inmesinde koştum.
Çocuktum.
Annem yakaladı. 
Merak.
Göreceğim anne dedim.
O göndermedi.
Çekiştirdi.
Gidemezsin dedi.
Giderim dedim ben, günah olursun diye beni korkuttu.
Bir defasında oradayken indi nur.
Metrelerce yakındım ona.
Otuz metre yirmi metre belki daha yakın.
Bir kızıllıktır kapladı her tarafı.
Hayır kızıllık yalnız o mevkideydi. Sonra,  yağmur serpiştirdi.
Durdu yağmur.
Ortalığa bir sekinettir çöktü sonra.
Huzur.
Yaz akşamının bunaltıcı havası değildi, bir sonbahar akşamıdır yaşandı zamanda.
Bir gürültü.
Uzaklara şiddetli yağmur.
Şimşek parlaması ve arkasından kulakları sağır eden gök  gürlemsi.
Gözlerim havada, yıldırım yanımdaki çınara düştü.
Parçalanan çınar ve un ufak olduğunu sandığım kaya.
Hala gözlerim yükseklerde, kurşuni bulutlarda çocuksu yüreğim.
Bir ışıktır inmekte.
Önce, kırmızı,  mavi ve sarı,  sonra ebem kuşağının tüm renkleri.
Yeşilleşen halka, derede toprağın bir iki metre üzerinde bin an eğleniyor, kalburlaşıyor sonra kayboluyor.
Bakamıyorum.
Bilmiyorum toprağa giriyor,  bilmiyorum birilerine selam vererek kayboluyor.
Sonradan daha iyi anladım: Yatıra iyi dileklerini bildirdi,  muhabbetni sundu birilerinin ve ayrıldı.
Her ne olursa olsun amaç aynı. Aynı amaç çevresinde  birleşiyor -  eğer farklılık mevcutsa -.
Anneme hak verir gibi oldum,  yasaklanan elmadan yemiş gibi hissettim kendimi.
Korkulu geceler başladı.
Az süren gecelerdi bunlar.
Birkaç ay sürdü kabus.
Benim için hep kutsal oldu orası.
Diğer çocuklara da anlattım.
Çocuklar inandılar.
Kutsaldı orası.
Kutsal dere.
Kutsal çocuklar.
Çevresinde birkaç odacıktan oluşan minyatür  görünümü veren kale çukurun.
Yüzyıllar sonra yapıldığı belli inanan bir  dostum, bana öyle bakma! Bunları ben uydurmuyorum, rivayet böyle, evet rivayet gerçek olmayabilir    ama bunun kanıtı var.
İmzalı mühürlü bir  delil sanki, diye araya girdim. 
Genç adam beni onaylarcasına tebessüm etti.
Evet diye sürdürdü.
Aradan günler haftalar aylar ve yıllar çekildi. Bahar geldi, yaz oldu. Çocukluğumun masum yüreğine eş,  kutsal bildim burayı geceleri, çevresinden geçtim,  gökten yıldızlar boşandılar da karanlığı  gündüz yaptılar,  içimde bir koku yoktu artık, korkuyu bilmez olmuştum. Endişeyi de… kalecikte yatmak arzusu  düğümlendi bende. Akşamdan yumulan gözlerimde zaman bitiyor,  yüreğim yanlış bir çağda dünyaya geldiğim için yanıyordu:
Ben toprağa koştum önce. Cebime bir avuç toprak verdi devir.
Yüz yllar öncesi.
Çağlardan önceydi.
Seyir dünyamın arasında kalan ilk çağın ortası. Mekan ve zamanın ortası yani. O’nun öğretilerini yadsıdılar kimi insanlar.
Binlercesi ile savaştım, yendim, binlercesi de yerde yatıyorlardı.
Onun kumandanıydım ben dedi yatır (sanıldığı gibi mezarım taşlarla çevrili tümseğin altında değil senin uyuduğun yerin altında.
Onun eşiğini bekledim,  Ökkaşe’yle beraber geldim.
Hep benden önde oldu Ökkaşe.
Beni yalnız bırakmadı Ökkaşe,  gariplik çekmedim. Hiç bırakmadı. Ölmedi o. Mezarı tepede. Yüksekten bana bakıyor. Şehit oldu benden aylar önce.
Tepede yatıyor o.
Seni güneş yakmasın dedi Efendim.
Ökkaşe’yle git, dedi  Efendim.
Savaştım, bunalmıştım.
Arkadaşlarım kurtuldular hep.
Kavuştular.
Ölmediler onlar.
Sıkıştım.
Yalnızdım.
Beni çevreleyen binlerce atlı ve mızraklı.
Kussa’nın çöktüğü yerden aldığım bir  avuç toprak geldi aklıma. Toprak.  Zemzem ve mataramdaki su.
Serptim.
Bir sekinettir çöktü ortalığa.
Yüreğimde huzur alabildiğine.
Hafif bir yağmur yaz ortasında.
Huzur alabildiğine.
Düşman ayakta.
Zamanı geldi  denildi bana.
Zamanı deldim, aralarından geçtim.
Ölüm tarla tarla oldu onlar için.
Gün doğarken denildi bana.
Abdest aldım.
Duam kabul oldu.

Kurtarmalıydın onu, o çukurdan
(yakında su basacak, su çukuru dediler : baraj /amenna . önce mezarı düşünmek….)
Arkadaşının görebileceği  başka bir tepeye, o güzel tepeye, bahçeli tepeye çeşmenin başına nakletmeliydim mezarı.
Dört metre kazmıştık üçümüz öyleki attığımız toprak  düşüyordu bir arpa boyu ilerleyebiliyorduk. Artık sert cisimler çıkıyordu devrin çimentosu, kirecimsi şeyler ben söylemiştim size dedim arkadaşlarıma ne ziynet nede altın var yalnızca içi toprak dolu küp. Mezar burada değil.
Sıcak bir gece.
Yağmur döküldü başımıza.
Kazmayı bıraktık.
Düşüncelerime Kussa’yı getirdim  gözlerimi kullandım:
Kussa’nın ayağının bastığı yerden bir avuç toprak aldım,  O, oradaydı, arkadaşları ordaydı. Ashab,  Ökkaşe oradaydı:  Bir de genç vardı içlerinde. İşte kendine ulaşmayı görev bildiğimiz dostumuz.  Toprağı serptim sağa sola. Yumuşak bir toprak,  kumvari bir toprak,  ince kızılı bol ve küpte çıkana benzeyen bir toprak.
Yağmur iğri iğri  indi üstümüze.
Yağmur sağnak sağnak düştü. Sert toprağa deldi geçti happeler.
Kara gök gürlemedi, şimşek çakmadı.
Bir yıldız boşandı ipinden. Şimdi gökyüzü bir beyazlıktır bürüdü. Yağmur indiren kurşuni bulutlar kızıla boyandı.
Yağmur dindi. 
İçimizde başladı yağmur sağnak sağnak
Gökten dökülen ışık uzadı uzadı ağır ağır indi
Huzur.
Halka, başımızda eğlendi sallandı usul usul,  halka; çocukken yattığım çukurda. Şimdi bir karış boyu üstünde toprağın. Bir santim üzerinde, bir arpa boyu üzerinde. Hayır toprakla arada bir çizgi mevcut,  bize uzanan bir çizgi,  bu mezarı buradan çıkarın,  su altında kalmasın, der gibi çizgi. Bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm renkleri taşıyor halka. Halkanın renkleri bir koğuğa dolan rüzgar gibi girdi toprağa.
İşte burası kazılmalıydı. Şehit başını kıbleden ayırmaz.  Işığın indiği yerde sıcaklık var, şehidin başı burada ve kuzeye doğru iki buçuk metre gerek mezar. 
Toprak çok yumuşaktı. 
Huzur alabildiğine.
Metrelerce kazı, çok hızlı atılan toprak tekrar düşmüyor,  bize yardım eden var gibi.
Beşinci metredeyiz,  şafağın kızıldığı belirdi  güneyden. Bbaşlayalı çok az oldu; bir saat.
Beklediğimiz gibi;  birkaç avuç kemik parçası  var yok.
Kazma kayaya çarpmış gibi,  bir tın sesi ile bize dönüyor. Kazma onun ölümsüz bedenine işlemiyor.
Çukurda  huzur var şimdi,  eşilen çukurda.
Birkaç damla yaş geldi gözlerimden, yamalı ama dün yıkamış gibi temiz elbisesini görünce üzerinde şehidin.
Işımamıştı henüz.
Boylu boyunca yanına uzandım.  El yordamıyla dokundum ona. Ne bir endişe, ne de korku vardı bende. Kolları tam,  ayakları tam,  her bir organı yerli yerinde,  sanki  canlı.  Avuçları açık,  dua ediyor gibi.
Mendilimi yüzüne gerdim, üzerine de çadırımızı
Işıyordu artık.
Avuçlarıma bir  kaç damla  kan döküldü cesetten.  Parmaklarıma da sıcaklık. Kkoltuğunda mataraya bezer  deri,  içinde de  su.  İçtim;  su bozulmamış
Yılların suyu.
Su ve kan.
En cüsseli insanımızdan daha cüsseli.
Nasıl çıkardık o beş metreden bilmiyorum.  Sanki,  kendisi de bize yardım etti.  Şehit bize yardım etti.  Başkaları da.
Henüz dün ölmüş gibi.
Hayır uyanmak üzere dün uyumuş gibi.
Evet böyle,  manevi  bir nedene dayanan açıklamadan  uzak.  Yüzyıllardan gelen bir açıklama kafayla düşünüldüğünde,  gözle bakıldığında, olağandışı gibi gelen bin şey.
Ap-ak duran elbisesi kar gibi.
Elbise cesetten ayrı duruyor sanki. Şehit ne de  uzunmuş.
Artık kazma toprağa işlemiyor,  kürek toprak çekmiyor,  mezar dar gibi. Ayakta,  Ökkaşe bize bakıyor;  yanıma getirin şehidin diyor Ökkaşe. Bütün bu olanların bir açıklaması var gibi.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

KATYA VE HAYDAR *



1.

Yine öyle oldu. 
Bayan Katya dolu dolu baktı Haydar’a, bu bakışta sitem var gibiydi.
Sitem yüklü bakışlar. 
Ama bu gibi bakışların Haydar’ı fazla etkileyeceğini sanmıyorum. Böyle bakacağına ona bir sigara verseydi ya da bir simit alsa verseydi Haydar için daha iyi olurdu, onun kazanılmaya müsait çocukça yüreğini elde ederdi. Her şey biterdi artık sanki her şeyin sonu gelirdi.
Keşfederdi onu. Haydar gel dese,  gelirdi Haydar. Haydar git, dese,  giderdi Haydar. İstese su verirdi,  evrak getirir götürürdü. Velhasıl hizmetlinin yetersiz  olduğu şu günlerde rahatlıkla kullanabilirdi onu. (Bu düşüncelerin yanlış olduğu söylenemez. O gün, onu bir kenara çektiğimde hemen cebini açtı Haydar.) Yukarıda, bu gibi bakışların Haydar’ın ilgi alanının dışında kalacağını ima ettimse de Haydar’ı bakışlarıyla ürküttü Katya. Sarı saçlarını bir baş hareketiyle geriye topladı ve Haydar’ı olgun bir erkek farzederek süzdü. İşte Katya böyle yaptı, böyle düşündü.
Kısa bir an.
Çok şey geldi geçti kafasından.
Yıllar öncesinin T. sine benzetti onu.
Nasıl oldu bilmiyorum ama oldu işte.
Katya,  Haydar’ı soydu, ona bir güzel banyo hazırladı. Eliyle ovaladı, sabunladı onu. Şimdi Haydar karşısında tertemizdi. Tıraş bile olmuş, takım elbisesini giymişti. Kayta’nın aldığı elbisesini, elbiseye uygun  gömleği,  gömleğine uygun kravatı,  geniş omuzları ve bu omuzları taşıyabilecek iri gövdesi, normalin üstünde bir yüze sahipliği….
(T. benim öğrencilimi biliyor, ben de onun. Çimler ve bank.)

Düşüncelerine yine de nemli çimler düğümlendi. Unutmaya çalıştı.
Katya,   Haydar’ı soyma işini soyut yaptı .
Gözleri ile yaptı.
Haydar’ın kalın dudaklı ağzı ve çok azı ağarmış saçı..
Katya’ya abla dedi Haydar. 
Abla
Haydar, suçuna biliyordu. Haydar’ın suçu Katya için ağır bir suç sayılmazdı. Haydar’ın arkasından lanetler savuracak kadar değildi en azından, ikinci kez aynı suçu işlemese rahatlıkla affedebilirdi Katya onu. Katya böyle düşündü:  ‘Seni rahatlıkla affedebilirdim Haydar.  Aynı suçu yinelemen düşüncelerime engel ama.’
Haydar’ın bu sözleri anladığı kesindi. ‘Bir daha olmaz’  gibisinden başını sallaması, anladığının kanıtı idi.
Zamanla, Katya onu bir heykel  gibi gördü.
Mermerden yapılmış bir heykel.
Ortaçağdan kalma bir heykel.
Bizans heykeli.
Katya, heykeli kaldırdı.
Katya, Haydar’ı unuttu.
Katya (çocukluk arkadaşı) T. nin heykeli düşündü.
Katya T. nin hayalini getirdi gözü önüne. T. benim öğrenciliğim biliyor.
Ben de onun. İçindeki yekinmenin varlığını duydu. T. İle ikinci defa gözgöze gelmeleriydi bu. Düşüncelerine yine de nemli çimler düğümlendi. (Katya,  gözkapakları gerisinde canlanan ve bir an önce hitamını istediği, T. nin heykelinden sıyrılarak  ruhlanmasını arzuladı.)  Hiç te öyle olmadı: Katya, kendine  ne sigara ne de para verdi.
Katya ona nasihat ta edecek değildi.
Biliyordu Haydar’ın bulara ihtiyaca yoktu. Yoktu çünkü verilen nasihatı az sonra unutacak  ya da unutuyor sansınlar diye renkten renge girecekti. Ya da bilmediğini  yapacaktı.
Olmadık işleri bir çırpıda oldurabiliyordu.
Yapıcı değil, yıkıcı.

2.

Yürüdü.
Mevsimin sıcaklığı ona vız geldi. Duymuyordu bile. Ne sıcak güneşi hissetti, ne de nemli  havayı.
Her bir yeri ter içindeydi. Göbeğine kadar terledi. Başkası olsaydı bu anın biran önce bitmesini isterdi. O değil. Bu gibi şeyler bitmesin istiyordu.
O gün en yakın akrabası ölmüştü. Başkalarının acısını paylaşmak gibi bir kaygı taşımadığından, ölenin oğlu ile karşılaşmış selam dahi vermemişti.
İkinci gün, ölenin  evine gitti. Evde bir şeyler mırıldandı.  Acısını  gösterir mahiyette gözlerinden bir iki damla yaş akıttı.
Önceleri, yaşadığı sokakların oluşturduğu mahallesinden ibaret biliyordu dünyayı.
Yeni yeni mahalleler keşfetti kentte.  Öyle olunca dünya büyüyordu.
Bir iken iki mahalle olmuştu dünya.  Belli ki, aylar sonra üç, yılar sonra da  çok mahalle olacaktı dünya.
Onu kırlara götürdüler, pikniklere götürdüler, çay ve pasta  ikram ettiler ama pastayı tercih etti.
Mevsimler döndü sıcaklar azaldı.
İlk yaprak düştü yola.
Sarıydı ilk yaprak.
Değildi. Sarıya çalan bir rengi vardı ama sarı değildi.
Haydar’ın omzuna düştü ilk yaprak. Haydar, yaprağı aldı, evirdi, çevirdi. Bir parça koparttı. Ağzına aldı, çiğnedi. Tükürmedi bile. Yarısı elinde, polikinliklere doğru ilerledi. 
Katya gelmemişti henüz.
Katya’nın masasını temizledi.  Defterini , kitaplarını sildi.
Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği bir şeydi aklına gelen. 
Neden düşünememişti önceleri.
Okula gitmeliydi.
Katya’nın doktor olması  onu cür’etlendirdi. Bir kadından doktor olabiliyorsa, erkekler için daha kolaydı doktor olmak.
Katya gelmeden bir şeyler yapmalıydı. Katya’nın beyaz önlüğünü giymeli,  o aleti de boynuna takmalı, o şekilde Katya’yı beklemeliydi.  Kimbilir, böylece  ne güzel doktor olurdu. Dolaptan önlüğü çıkardı. Uzun boylu Katya’nın uzun önlüğü tam geldi. Ama biraz dar. Olsun. İyi geldi işte.
Ne güzeldi.
Ne güzel. En çok ta cebinin kırmızı işlemesi hoşuna gitti. Zaten  suçu da burada gizliydi Haydar’ın. Şöyle bir elini üzerinde  gezdirdi ve yazıyı okşadı. Armut yerken ki hazzı duydu şimdi. Hoşuna gitmişti.
Suçu burada gizli. Hoşuna gitti diye bu hareketi yapmıştı. Yani gömlek Katya’nın sırtında iken yapmıştı bu hareketi.  Yani doktorunun cebi üzerinde gezdirmişti elini Haydar. Katya’nın uyarılarına rağmen Haydar ikinci defa yapmıştı bunu. Böyle yapınca armut yerken ki hazzı duyuyor, ya da portakal yerken ki….
O aleti bir türlü bulamıyordu.
Hani katya’nın boynuna taktığı aleti.
Her bir yeri aradı.
Çekmecede buldu.
Kulaklarına taktı ve kendi karnını açtı.  Daha önce duymadığı gürültüler… Kulakları acayip seslerle doldu.
Katya gelmeden muayene işini bitirmeliydi.
Nafile.
Katya kapıda kalakaldı. Şaşırdı.
Hiç te şaşmamalıydı, heran beklemeliydi böyle bir olayı.
Döndü.
Ne Haydar Katya’yı gördü, ne de Katya içeri girdi.
http://aknsitesi.blogspot.com/2012/07/katya-ve-haydar.html