10 Haziran 2010 Perşembe

VACİBİLER *

İşte kadın, öyle diyordu:

“Vacibiler…”

Kadın, bu sözü ve fazlasını, okulun çocukları için söylüyordu. Bu sözü duyan birinin kadına tepki göstermemesi imkansızdı.

İlkin ben de böyle düşündüm. Kadının sözleri kulağıma gelir gelmez ‘şok’ oldum. Döndüm, kadına baktım. Kadının açıklamasından sonra kim olsa kadına hak verirdi.

Mahallenin ortasında bir okul. Okulun çocukları dışarı taşmasınlar diye, çevresi tel örgü ile çevrilmiş. Tel örgüde parçalanmadık yer kalmamış.

Öyle demişti biri: “Bizler varoşlardan geldik. 60 m. kare ahırlardan sonra, gözümüzü 160 metre kare evlerde açmamız şımarmamıza neden oldu.”

Bu sözleri söyleyen saygın biriydi.
Kadının tepki göstermesi, çocukların sokaklarda park eden arabaları ve kendini taşlaması içindi.
*
*
*




*

RESİMLERİ *

Yusuf onu okula yazdırma bahanesiyle resmini çektirmek için fotoğrafçıya götürmüş.

Fotoğrafçı resmi nerede kullanacaksınız, diye sormuş.

Okula kaydettireceğim, demiş Yusuf.

Adamcağız eline kel başına dayayarak düşünmüş. Acaba yanlış mı? duydum, varsayımı ile yeniden sormak istemiş. İstemiş istemesine de cesaret edip soramamış. Sonunda ayıp olur, düşüncesinden sıyrılan adam:

Resimleri nerede kullanacaksınız bayım?, demiş ikinci kez.

Kayıtta kullanacağız, demiş Yusuf yeniden.

Ne okulu acaba, bu kelli felli adam okula kaydettirilir miymiş? diye üşünmüş.

Fotoğrafçı, böyle düşünmüş.

Daha başka şeylerde düşündüğü işlerini karman çorman ettiğinden belli imiş.

Kafası bu gibi şeylerle dolu olan adam karşısındakinin resmini çekmede zorlanmış.

Okulun yalancıktan mı, sahiden mi olduğunu çözemeyen fotoğrafçı, düzen verme bahanesiyle defalarca modelimizin yanına gelmiş gitmiş.

Ama fotoğrafını henüz çekememiş.

Tam çekecekken bu kez de model sorun çıkarmış.

Kalkmış. Resim çektirmek istememiş. Fotoğrafçı, modelin bu huysuzluğunu gecikmeye bağlamış.

Zorla da olsa model, Yusuf tarafından ikna edilerek objektifin karşısına oturtulmuş.

Resim çekilmiş ama, Yusuf resimleri beğenmemiş; bu resimler okula verilmez demiş modele.

İkincide de model beğenmemiş.


*

Fotoğrafçı, hem Yusuf’u, hem de modeli çok beğenmiş. Konuştuklarında tanıdık çıkmış modelle.

Üçüncü defa resimleri isteyerek çekmiş ve çok güzel çıkarmış.

Yusuf, resimleri, modele göstererek; çok güzel oldu Doğan demiş, seninle tanış çıktığından yani senin akraban olduğundan güzel çıkarmış, demiş.

(Resimleri ben de gördüm: Yusuf’un olayı anlatmasından sonra, hemen sonra, - desadüf ya- Doğan çıka geldi.

Ona yumuşakça yaklaşmam gerekiyordu. Böyle düşündüm ve kafamdakini uyguladım: Doğan, dedim gülümseyerek, ama nazikçe, ama onu huylandırmadan. Bana doğru yaklaştı. Mırıldandı. Mırıldanmasını, benden bir şeyler isteyecek olmasına bağladım. Çantamı işaret etti. Sigara verdim. Şimdi, çanta açtırma sırası bende idi. Açılan çantadan bir tomar para çıkardı. Saydım. Değeri çok olmayan bu madeni paraları tümledim.

Doğan’ın bu gibi hareketi her zaman beni mutlu eder. Çünkü yalnız bana güvenir ve kendine göre değeri fazla olan çantasını bana bırakır.

Aslında çantada aradığım daha başka şeydi: Resimler.

Resimler nerde Doğan?, dedim. Eline geçeni bıraktığı eşyaların karışık, düzensizce yer aldığı çantanın gizli bir yerindeki fermuarı açarak resimleri gösterdi.)

Yusuf’un anlattıklarına bakılırsa, fotoğrafçı, kadirşinas bir adammış. Herbir şeyi dobra doburmuş. Doğan’dan para almamış.

Nasıl ki, okula yazdırma sahiden değilse, adamın akrabayım demesi de yalancıktanmış.

Merak ettiğim konuyu bir gün Yusuf’a sormalıydım. Sordum da: Yusuf, dedim, Doğan adama küfretti mi?

Ben de ondan korkuyordum. Ama, hayır. Korktuğum olmadı; küfretme şöyle dursun, akrabası sandığı bu adamı çok sevdi.

*

UYUZ PINARI *

Rüyamda Uyuzpınarı`nı görüyorum.

Uyuzpınarı`nda bir yatırın varlığı bilinir ve halk buraya akın eder.

Çınarlı camii değil de daha aşağılarda bir cami var hani. İşte oraya yakın bir yerde, hem de çok yakın bir yerde içinden su akan ama kapalı, akan su dışarıdan görülmeyen bir yer. Şimdilerde halka kapalı. Geçmiş yıllarda içine girmiş ve gezmiştim. Öyle geniş bir yer değil. Belli halkın saldırısından muzdarip olan belediye burayı koruma amaçlı, kapatmıştır.

Camideyiz.

Rüya bu ya!

Buraya girmemiz gerekiyor. Medrese olarak kullanıldığını ve bazı çocukların öğretim gördükleri duyumunu aldığımızdan buraya girmemiz gerekiyor. Ve çocukların ders alış şekillerine müşahede etmek için buraya girmeliyiz.

Ayakkabıları çıkarıyoruz.

Hafif bir yağmur sonrası hava açık. Yağmur sekinet getirmiş. İnce uzun bir yoldan yürüyerek Pınara (medreseye ) dahil olacağız. Yer yer çamur var. Çamurlar, çoraplarımıza yapışıyor.

Üzeri kapalı mabedin içine giriyoruz. Mabet geniş. Öyle, dıştan göründüğü gibi değilmiş, genişmiş diye düşünüyorum. Bir tarafta insanlar, diğer tarafta derslerine çalışan çocuklar. Ortada kimi çocuklarla bire bir ilgilenen bir tanıdığım var: Muammer. Muammer, bana bir çocuğu işaret ediyor. Çocuk arkadaşlarıyla oyunda. Sürekli kendine baktığımızı fark eden çocuk suçlanıyor. Suçlanması, dersi bırakmış, oyuna dalmış olmasındandır.


*

BİR YAZARLA *

27 Mayıs 2007

İlginç bir olaydı bu gün yaşadıklarım.

Yazar Hasan Kocamanoğlu ile tanışıyorum.

Üç adam oturuyorlardı. Şükrü ve Mehmet. 3. Kişiyi gördüğümde, içime doğdu. İlk aklıma gelen Hasan oldu. Çünkü onun buralarda olacağını duymuştum. Yanlarına vardığımda, Şükrü’nün, ‘Ali Kemal abi,’ diye hitap etmesi her şeyi değiştirdi. Hasan, bana doğru yaklaştı. Daha kendi söze başlamadan; ‘Merhaba Hasan’ deyiverdim. Neden böyle dedim. Onun Hasan olduğuna nasıl inandırdım kendimi? Bu bir ilginç olay değil mi? Şükrü, kalan kısmını tanıttı.

Çevreye baktım.

Senelerce aynı apartmanda oturmuşuz. Ama ayrı bloklarda olmamız tanışmamıza engel oldu sanırım.

Şimdi başka bir apartmanında kalıyormuş Sitenin. Camdan bakıyorum da, önümde eni az olan (ama uzun ) bir yeşil alan ve arkasında bir apartman var. O apartmanın yanında okul, ilerisinde yol, başka bir apartman ve karşısında da Hasan’ın apartmanı. Eskiler bir yeri tarif ederlerken, ‘bir’ ya da ‘iki ok atımı uzaklıkta’ derlermiş. Ben de bir ok atımı uzaklıkta diyeceğim.
*

KÖLE İLE VEZİR *

SANCI

Gündüzler uzun sürüyor.

Rüzgar, akşamları ılgın ılgın esiyor.

Ana çocuğuna gebe. Of!, diyor. Arkasından ilk çocuğunu taşıdığını düşündüğünde de yorgunluğunu unutuyor. Evleneli yedi yıldır böyle mutluluk görmedi. Yedi yıl umutla bu anı çekti o.

Baba, köşkün mermer basamaklı merdivenlerini bir kedi çevikliğiyle çıkıyor. Sırtındaki üniformalı elbisesini hizmetçi çıkarmak istiyor.

`Hayır`, diyor o.

*

`Yorgunum bey!` diyor anne.

`Neden,` diyor baba.

Anne, karnını gösteriyor ve gülümsüyor, gözgöze geldiklerinde de cılız bir heyecana kapılıyor. Zenginliğin mutluluk vermediğini şimdi daha iyi anlıyor. Şimdiye dek yalnızlık çekti. Başkalarının bakışları altında ezildi. İsmi söylense ‘çocuğun yok, kısırsın,’ diyeceklerini sandı. Çocukları olduklarında, bu düşünceyi aşacak, yalnızlık duymayacak,ebeveyn ölünce mirası sürdürecek biri olacak.

İşte Vezir`in anne ve babası.

*

Çocuk filizlendiğinde okula veriyorlar.

Elif, be, te, se, cim... Emsile ve avamil.

O, idadiyi rüştüne ermeden bitirdiğinde on sekiz yaşının çocuğu ama kanser babasını alıyor.

Arkasından annesi.

Yalnız kalan çocuk. İçki müptelası yapan ve durumundan yararlanan akrabalar. Tek desteği kendinden yaşça büyük olan uşakları, Köle. Akrabaların düzenledikleri sahte ziyafetler.

Eline verilen kalem ve sarhoş adam (acılı).

Senetler.

Gökyüzü cam gibi beyaz ve durgun. Kuşlar sürü sürü çekiliyor şehrin üzerinden.

Güz.

Yapraklar sararıyor. Yollara yapraklarını döken çınar ağaçları. Ma’sere kazanı omzunda dönen bir kadın. Üzüm yüklü eşeğini çeken yaşlı adam. İlerideki zibillikte köküç oynayan çocuklar.

Hava soğuyor. Güneş, yarı söndürülmüş ateş gibi ışıklarını evlerin bahçelerine döküyor.

`Artık her şey biti. Oysa eskilerin güzlerinde bıraktığım anılar ne güzeldi?` Vezir böyle düşünüyor.

Eski anılar onu yok edecek.

Dönüşü olmayan eskilere ulaşacakmış gibi bakıyor.

`Yok, diyor sonra, ulaşmak imkansız.

Ne vefakar bildiğim dostlar, ne de amca kızı Zeynep.

Ben Zeyno derdim ona. Bir ata binmiş gitmiş o. Kır bir atla gelin diye götürmüşler onu. Beni askere yolladılar da götürdüler onu. Canım Kölem. Vermem demiş. Seymenin önünü kesmiş, benim efendimin yavuklusu demiş, sözlüsü demiş, beşik kertmesi demiş. Atın boynuna sarılmış vermem, demiş. Demiş ya, götürmüşler onu. Kalan bahçedeki ayak izleri ve birkaç damla göz yaşı. Bir de Köle’nin yaktığı türkü kaldı:

‘Zeyno, Maraş’lı Zeyno / Bağrı ateşli Zeyno

Yari askere gitmiş / Gözleri yaşlı Zeyno.’

O devirler ki, gelip geçti üstümden. Geçti de derin izlerini bıraktı anılarda. O zamanlar… Kayalardan dökülen sularda çimerdi kuşlar. Kuzu yayılırdı çimlerde. Kurt saldırmazdı. İşte o zamanlar toprağımsı gözleri, buğday teniyle o vardı.

Çetin geçen kışlara inat, uzun süren günlerin sakin gecelerinde müzik müzik yükselen sesi Zeyno’nun. Durgun bakışlarını oluşturan gözleri ahu ahuydu. İpek gibi uzun saçları. Gülümsedi mi, çiçek çiçek açardı yanakları. Avuçlarına almak istesen , avuçlardan kayıp düşerdi yüzü Zeyno’nun. Serin bir mahmurluk dolaşırdı gözlerinde o yaz geceleri.

Ne gökyüzünün maviliği, ne dolunay gecelerinin duruluğu, ne de gelecin beyazlığı kaldı gözlerimde. Aklar anılarda kaldı. Kirli görüyorum dünyayı. Çekilmez benim için zaman. Yitirdim her şeyi. Zaman, gücünü bende denemek istiyor.`

Omuzlarının gerisinden bir tutuyor. Öyle sıkıyor ki, zayıf kemikleri kırılacakmış gibi. Bayılıyor. Köle kaldırıyor onu.

"Kalk, diyor Köle. Kalk, doğrul. Benim gibi dayanıklı ol zamana."

Kendisinde de acı var. Vezirin acısını taşıyor. Kendisi de zamanın belli bir yerinde duruveriyor. Kendisi de yarı uyanık bir hayat sürüyor. Kendisinin de içini kurt kemiriyor. Ama Vezir’ine bunları belli etmiyor. Sonra Vezir’e dönüyor:

"İçini kızıl arı kemiriyor, beynini ağaçkağan kuşu yontuyor," diyor.

Yine de, ikisi de hayatından hoşnut sanki.

"Ah, varlık bizi bırakıp gittin," diyor Vezir.

Köle aniden kalkıyor, yüzünü Vezir’in yüzüne dayıyor. Onun burnundan çıkan sıcak nefesi ciğerlerine çekiyor. Ellerini yüzüne sürüyor. Solgun yüzünde dolaşan elleri, kulaklarını, sonra da saçlarını okşuyor. Görene iki deli var gibi gelecek.

Vezir’de isyanın başlangıcını kovmak zor olmuyor. Söylediğini yeniden düşünüyor: `Ah varlık bizi bırakıp gittin.` İçindeki şeytanın uzaklaşmasını istiyor.

Ayın ışığında, yıldızlar parlak ve gök lekesiz. Gecenin sonunda Ahırdağı’nın sırtına düşen ay, tepelerin gölgesini şehre gönderiyor. İkisi de şehre göz kırpan ayın son ışıklarını seyredebilmenin yüreklerine verdiği buruk sancının ortasında bir unutuşu yaşıyorlar. Uzaklarda bir köpek havlıyor, bir horoz gecenin hitam bulduğunun ihbarını yapıyor. Köpeğin uzun ve acılı havlaması, onların yeni yumulan gözlerinin açılmasına neden oluyor.

Çeşmenin arkasındaki yarım oda kadar tahta kaplı yer sanki bunlar için yapılmış. Hani mezarlığa varmadan, karakolun oradaki çeşme. Yağmur yağdığında geçirse de, kışları soğuk olsa da önemsiz. Önemsiz, her şeye kanat gerdikleri gibi buna da kanaat ediyorlar.

Beklenen oldu. Bir gün Belediyenin zabıtası geldi. Onları çıkaramadı.

`Nasıl çıkmazlarmış,` diye ayağını yere vurdu Reis.

Öfkelice geldi. Ama yumuşadı. Acıdı. İşe aldı sonra. Çöpçü.

Günler, haftalar, aylar ve yıllar geçti. Artık burasının onların evi olduğunu bilmeyen yok gibiydi. Bir kenarda, zamanın hızına ayak uyduramayıp solan, içine aldığı adamların ayaklarını örtemeyen yatak. Bir tarafta da içi dolu ibrik. Ortada, farelerle ortaklaşa yedikleri ekmek.

Velhasıl burası bir kümesi andırıyordu.

Ama Köle ile Vezir’in evi.

-------------

ZEHİR

Günler uzadı.

Sayısız mevsimler gelip geçti.

Kuşlar mavi mavi uçtular.

Güvencesi olmayan aşıkların yaşamları gibiydi.

Acılar dolaştı, bir gölge gibi bırakmadı onları.

Her ikisi de işlenmemiş bir günahı kabullenen birer gladyatördü.

Bir güzdü. Hasat zamanı.

Sağnak sağnak döğdü kaldırımları yağmur, pırıl pırıl yıkadı her yeri.

Akşamla şehre giren karanlık. Serviler, çınarlar, şehrin başlangıcı ve mezarlık. İleride Şeyhadil Çeşmesi. Meşhur, tarihi çeşme. Harıl harıl akıyor. Derim ki, çeşme ismini, mezarlığın başında yatan uludan aldı. Ulu, mezarlığın ilk sakinlerinden miydi? Ulu kişi, nereden geldi, nereye gitti? Ayrı bir konu.

Ahenkli bir ses. Ses, gittikçe yakınlaşıyor. Demir tekerlekli, çanlı araba sesi. Ses, bir ara duruyor. Yeniden başlıyor sonra. Ne güzel bir müzik. Önceki temposunu yitirmiş değil. Bilakis, daha bir yakınlaşmış, daha güzelleşmiştir. Yağan yağmurun düzenli bir şekilde toprağı döverken ki ya da camlara vuran şıvgının çıkardığı doğal ses. Çeşme duvarının arkasına tahtadan uyduruk bir kapı. Dört bir yanı eski tahtalarla çevrili, üzeri teneke ile kaplı odacık. İçeride, karanlığı yutan, fitilini yakan gaz lambası. Lambanın çevresinde, soğuk bir nemliliğe bürünmüş dalgın bakışlı, sanki birer suçlu iki kişi: Köle ile Vezir. Tahta yarıklarından sokaklara sızan ışık.

Kuru, zayıf, çıplak görünümlü, uzun boylu, sarı, kan çanağı iri gözleri dışarı fırlamış, yüzünün iki yanındaki kemik parçaları çıkmış, kelli/felli – ama zayıf - heykelimsi bir bedenin sahibi: Vezir.

Gözlerinde lambanın kayan şavkı var. Alnında soğuk soğuk dökülen terler var. Boyu efendisinden daha kısa. Alnı düşük, saygısından kızaran yüzü. Kara gömleği ve üzerinde ak ak ter lekeleri. Sabırlı, düşünceli, durgun bakışlı bir ilk çağ yontusu; anıt: Köle.

Turp zamanı.

Oydukları turpun içi meze ve oyulan kısım da kadeh. İspirto dolu bir şişe.

Köle, doldurduğu kadehi efendisine sunuyor. Önce takdim. ‘Ta’zime layık efendim, diyor Köle, asılzadem. Göğsünün sol tarafını dolduran iki okka yürekli cömert Vezir’im.’

Vezir, daha fazla sabır edemiyor. Elini uzatıyor.

Köle, ‘hele dur, diyor, daha bitmedi. Şu sırtındaki üniforman varken nice nice devletlere galebe çalarsın. Yedimdeki kadehi bir ateş pare-i zekaya sunduğumu biliyorum. Emrinize deruhteyim.’

Daha, diyecekleri bitmedi. Kendine geldi, belki gereksizliğine inandı ki… demedi. Vezir, Köle’sinin sunduğu ispirto dolu kadehi birkaç yudumda bitirdi. Neticeden mutlu muydu? Mutlu olmadığı, yüzünü ekşitmesinden, pişmanlık ifadesi güderek başını sağa sola sallamasından belliydi.

Kirli mendillerine bıraktıkları mezeden (turpun içinden) karşılıklı aldılar.

Kadehi sunma sırası Vezir’de idi.

Vezir kadehi doldurdu. Elini lambanın üzerine götürdü. Lambanın kör ışığın, kırmızı turp kadehin üzerine düşüyor. Kadehin gölgesi, tahtalardan döşeli tavanda büyüyor.

Vezirin takdimi: Şu anda encam-ı ulviyeden kulağıma nice sesler geliyor. Zati alinize vazifemi yerine getirebildiğimden mutluyum. Biliyorum zatının ecrini ödemek bana borçtur. Hadi al şu kadehi bi nazsız memluğum.

-----------------

ACI

Gün öğle sonrası idi.

Ağaçları sallayan rüzgar.Dallarından boşanan yapraklar, belediye Meydanını duldasında birikiyordu.

Reis, alan temizlenecek, dedi. Bekçi selamını çaktı ve çıktı. İvedice yürüdü. Heykelin orada dudu. Burnunu temizledi. Neden sonra; hastayım, diye düşündü. Hasta mıydı ki? Değildi.

İleride…

Taş Medresenin önünde temizlikçi elbisesine bürünmüş birinin varlığını fark etti. Güneye uzanmış, güneşin son ışıklarından yararlanıyor gibiydi.

‘Bu adam, mesai zamanı neden böyle yapar ki? Neden çalışmaz ki? Bunun hesabını benden sormazlar mı? Düdüğümü öttürmeliyim, diye düşündü önce. Hayır, öttürmemeli. Ürkütmeden yaklaşmalı. Yaptığı hata ilk değil. Sessizce yaklaşmalı, suçüstü yapmalıyım.`

Bu  Vezir’di.

Bekçinin kendine doğru geldiğini görünce durumu anladı. `Neden hep ben? Dedi sonra. Dinlemek yok mu insanoğluna?`

Bekçi asıktı.

Vezir, kötü bir şey yaptığını anlamış gibi önünde dinelen adama baktı. ‘Ne var bunda, dedi sonra, sen bana bakıyorsun, ben de sana.’

Bu söz Vezir’den çıkmıştı ama gayrı ihtiyari.

Vezir’in bilinçsizce sarfettiği sözünü bekçi tekrarladı:

‘Ne var bunda.’

Bekçi, dev gibiydi Vezir’in gözünde. Yaklaştıkça, yerde sürünen adam, başını kulaklarına kadar örtüyor, buruşuk şapkasını düzlüyor, sümük lekesinden parlayan kahverengi ceketinin kollarını kendine siper ediyordu. Yumulan gözlerinde, olayın kötü kahramanı(bekçi) canlanıyordu.

Eğilmeden sümkürdü. Sümükler, sağa sola ve yerdekinin üzerine sıçradı. Bıyıklarında kalan sümüğü kolunun tersiyle sildi. Yerdeki, yırtık ve kirli ceketinin yakasını çekti. ‘Görünmemek gerek. Yüzümü kapatmam gerek. Oldu. Kimse beni görmesin, ben de kimseyi görmeyeyim.’ Yüzünü kapattığı parmaklarını araladı, karşısındakine baktı. Araladığı parmaklarının arasındaki adam daha bir korkunç görünüyordu. Bekçi, ayakta, sessizce dineliyor. ‘ Hayra alamet değil, Reisin çektiği fırçanın hıncını çıkaracağa benziyor.’

Kalktı.

Taş Medresenin duvarı boyunca ivedice yürüdü. Maksadı, kaçmaktı, ama düşman olarak bildiği bekçiyi aldatmak için ‘bir yere gitmiyorum, buradayım,’ süsü vermeliydi. Bekçi, peşinden koştu. Vezir, Taş Medrese’nin bitiminde durdu ve ‘ben yalnız değilim,’ anlamında düşmanına baktı. Ayağı, yatan Köle’sine takıldı. Gürültü ile düştüğü, gazeller sağa sola savruldu. Olay ve Vezir’in tavrı Bekçi`yi gülümsetti. Düşmanının güldüğünü gören adam derin bir nefes aldı. ‘Oh şükür, korkularım yersizmiş.’ Diye düşündü.

‘ Size akıl erdiremiyorum.’ Diye söylendi Bekçi.

Neden sonra; ‘Size acınmaz,’diye eklemesi, Vezir’in toplanan umudunun dağılmasına neden oldu.

Bekçinin ağzında bir kekrelik vardı. Zaman zaman olsa da, çoktandır olmayan bu kekrelik adamı düşündürdü. ‘Acaba yine mi hasta olacağım?’diye söylendi.

Bekçi`nin, ‘yine mi hasta olacağım,’ ı hoşuna giden Vezir, cümleyi tekrarladı durdu.

Bekçi, Vezir’in kulağından tuttu. Vezir, ellerini esirlerin yaptığı gibi yaptı. Kendisine bir işlem yapılmayan Köle de aynısını yaptı, efendisini taklit etti. ‘İkisi de teslim oldu’ diye kekre kekre güldü Bekçi.

Alan temizlenecek, dedi Bekçi.

Bekçi, içe doğru yamılmış teneke arabasını önden sürdü. Arkasında, Vezir`in ve geride Köle`nin arabası. Şimdi üç araba peş peşe ahengi bozulmayan ses çıkarıyordu.

Vezir, mahalle çocuklarının sapını kırdığı süpürgesini Belediye duvarının taşları arasına soktu. Çöpler dağlar gibi. Vezirin güzünde her şey büyüyordu. Duvarın taşları arasına soktuğu süpürge bile çöpler arasında kaybolmuştu. ‘İnsanlar, sevgiyi bilmiyorlar, diye düşündü, nasıl yaşanır sevgisiz? İnsanların pisliği. Bu kadar çöp temizlenir mi? Böyle oluşları nereye dek götürecek onları? Adaletsizler; geleceklerinden umutsuzlar. Umutsuzlar, çünkü geniş yürekli olamıyorlar. ’

Nerede var, nerede yok, burnu dibinde iki çocuk belirdi. sarı olanı Vezir’e çelme taktı ve öteki yiteledi. Yüzü koyun taşlara kapanan adam zor duyulabilen ses çıkardı. Çocuklar gülerek alanın köşesindeki arkadaşlarına doğru kaçıştılar. Köle’si Vezir’in yardımına yetişti. Yüzünden dökülen kanları avuçladı, (sanki su avuçluyordu, ama, neden kanlar oluk oluk akıyor gibi geldi ona.)kirli elbisesiyle yüzünü temizledi. Vezir, afacanlara bakıyor, haykıran bir adamın özelliklerini taşısa da sesi çıkmıyordu. Küçük düşmanlarına bakmaktan başka karşı koyamayacağını anlamanın acısını yaşıyordu.

Köle’si, iki omzundan tuttu ve sırt üstü yatırdı, sonra da tükürerek ve yapraklarla kanları temizledi.

Alanın ortasındaki çocukların kimi gülüşüyor, kimi taş atıyordu.

`Yapmayın çocuklar, yapmayın yavrularım,` diye başladı yakarmalarına Köle. Kirli ve kıllı yüzünü, Vezir’in pembe ve yuvarlak, saydam fakat Köle’nin ki kadar kirli ipek gibi yumuşak derili alnına dayadı.

‘Çekilin. Bırakın artık… yeter.’

Vezir’in gözleri kapalı idi. Sanki, yağmurlu kış gecesinin uzun süren rüyasında gibiydi.

Taşlar geldikçe Köle’nin yakarmaları yumuşak bir tona dönüştü.

‘Taman biz de insanız, yapmayın.’

Vezir gözlerini açtı.

Bilinci yerinde miydi? Olanlardan haberdar mıydı? Bilinmiyor. Bilinen; bu olaydan fazla acı duymadığı idi.

Köle’sine baktı. Gülümsedi ve gözlerini indirdi.

Öne atılan bir çocuk, korkunç bir şey görmüş gibi bağırdı.

Sonra sözlerini: "Herifin ayıp yeri görünüyor vallahi," diye tekrarladı.

İçim sızlıyor,` diye geçirdi içinden Köle. ‘Vezir’in yırtılan pantolonundan ayıp
yerinin görünmesi onun hatası mı? ’

Aklı ermeyen çocuklar hariç, diğer çocuklar bağırıyor ve taş atıyorlardı.

‘Ayıp vallahi,’ diye bağırdı sarı çocuk. Biri, bağıranın ağzını kapadı. Ama bir darbeyle uzaklaşmasını sağladı sarı olanı.

‘Ben utanıyorum, ’dedi bir kız çocuğu.

Şimdi sarı çocuk yerde debeleniyordu. Çünkü, büyük çocuktan yediği tekme sonrası kasıklarında oluşan acının farkında idi. Acı, kesilir diye bekledi ama dayanılmazlık artıyordu.

‘Kalk, dedi öteki, elin garibine çelme takmak, burnunu kanatmak nasılmış, sana gösteririm.’

Yerdeki, kasıklarını tuta tuta kalktı. İki yumruk darbesi sarı çocuğu tekrar yere yatırdı. Daha iri olanı: ‘Ne itler gibi boğuşuyorsunuz’, dedi. ‘Ne itler gibi boğuşuyorsunuz,’derken olgun bir adam tavrı takınmıştı.

Gürültüye, Belediyeden Bekçi, zabıta şefi ve memurlar çıktılar.

Bekçi, çocukları kovaladı ama tutamadı. Büyük olay olmuş süsü vererek düdüğünü uzun ve acı acı öttürmekle yetindi. Sesler kesilince, başarmanın verdiği hazla boynuna bağladığı düdüğünü bıraktı. Gözleri ilerilerde, gülümsedi. Savaş sonrasının matemine bürünen şehirde seslerin gelmesini bekledi. Şehrin üzerinde uçuşan bir bölük güvercin dikkatini çekti. Güvercinler, yüksekte toplandılar, süzüldüler ve Kümbet tarafına indiler.

Reis emretti.

Onları huzura getirdiler.

Karşılıklı bekliyorlar. İki suçlu gibi titriyorlar. Alınlarında biriken terleri siliyorlar.

Olayı zabıta şefinden önce bekçi anlattı.

Her iki suçlu resmi duruştaydılar. Öyle bir duruş ki; kıpırdamamak için kendilerini zorluyorlar.

Reis yerinden doğrulmadan yüzlerindeki hüzün arttı. Reis’in elleri arkada, karşıdakilere anlamlıca bakınca; her ikisi de; ‘işte bana,’ diye düşündü. Reis onları önce bir güzel yumuşatacaktı, sonra işlerine son. Kaç kez nasihat etmişti. ‘Sizler ailedensiniz,’ demişti. Nedendir, Vezir’in gözüne duvardaki tablo ilişti. Bilinen bir tablo. Bildiği, yabancısı olmadığı bir tablo. Yıllar önce köşkte asılı olan tablo. Rahmetli babasının sevdiği tablo. Çerçeveleri, acı tatlı anılarla kaplı. Az su taşıyan nehir, arkada orman ve geride karlarla kaplı dağlar. Nehre gelen geyikler. ‘Nehir neden az su taşıyor? Neden, düz akmıyor da, kıvrıla kıvrıla akıyor?’ Düşündü ki, bütün bunlar ressamın tercihi. Yine düşündü ki; acı tatlı anılardan başka bir şey yoktu nehirde/ tabloda.

Reis, bıyığını burkup, gözlerini ayırınca, ‘yardımımıza kimse koşmaz’, diye düşündüler ve yürekleri acı bir yönelişle sızladı. Yüzlerindeki acıyı okumamak imkansız. Durumları, Reisi önce içinden, sonra da alenen güldürdü. Reisis`n gülümsemesi onlara güç verdi.

Gidebilirsiniz, dedi Reis.

Vezir kapıyı açacaktı ki, Köle’nin gelmediğini görünce durdu. Eli kapının kolunda şekillendi.

‘Ne istiyorsun,’ dedi Reis.

Köle, başı eğik, sessiz bekliyordu. Mahzundu.

‘Biliyorum, dedi Reis. Her zamanki isteğiniz. Aybaşı değil ki, size maaş verilsin.’

Cebinden çıkardığı paraları masaya bıraktı. Köle, paralara hücum etti ama, masa üzerindeki madeni paraları almak kolay olmadı.

Çıktıklarında, Vezir Köle’ye aç kurt gibi saldırdı. Yere düşen Köle: ‘Hiç böyle yapmazdı ama, neden böyle davrandı’, diye mırıldandı.

Vezir, paranın düştüğünü sandığı yere kapandı, gazelleri kucaklamaya başladı. Karıştırıyor, kucakladığı yaprakları savuruyordu. Vakit geçmiş, bulduklarının para mı yoksa kağıt parçası mı olduğu seçilemez olmuştu.

Bu sırada Ulu camiden çıkan Hoca Efendi öğrencilerinin önünde göründü. Köle, Vezir’e ışmarla gösterdi. ‘Bize doğru geliyorlar.’ diye söylendi. ‘ Gelişleri bizedir.’ Dedi sonra. Yılan sokmuş gibi sıçradı. ‘Geliyorlar, geliyorlar.’ Dedi. Korkan birinin ifadeli yüzündekiler Köle’nin yüzündeydi.

Gelenlerin kim olduğunu bildiği halde;

‘Kim geliyor, dedi Vezir.

‘O geliyor, Hoca geliyor,’ dedi.

Bilinçsizce, gelenlere doğru, gözleri kapalı koşmaya başladılar. Gözlerini açtıklarında topluluğun önlerindeydiler. Geri mi dönselerdi, nereye kaçacaklardı? Durdular. Hoca, sarı sarığı, beyaz cüppesi ve ak/uzun sakalı, henüz kışın girmemesine rağmen ayağındaki mestiyle Köle ile Vezir’in gözünde büyüyor büyüyordu. İkisi de köşedeki ağacın kalın gövdesine sırtlarını dayadılar. Hazıroldaydılar. Gözleri, karşısındakilerden ziyade göğe bakıyordu. Korkuyorlardı; içlerindeki saygı korkuya dönüşmüştü. Köle gözlerini yumdu. Hafız Ali Efendi, Köle’nin kirli yüzünde ve çevresindeki seyrek kıllarda elini gezdirdi. ‘Ha, şimdi vuracak,’ diye düşündü Köle. ‘ Ama neden vurmuyor. Hayır, şimdi muhakkak vuracak, peşinden adamları vuracak ve yüzümüze tükürecekler. ’ Köle böyle düşündü ve düşüncesindeki buna benzer sözlerini tekrarladı durdu. Vurma veya tükürme eylemi geciktikçe de; ‘ Bu, muhakkak olacak, bize verilen mühlet zararımızadır.’ Diye düşündü. Yirmi dört saatlik zaman dilimi gözlerinden geçmeye başladı. İspirto almaları, Vezir’le kafayı çekmeleri, Taşmedrese’nin duvarına sızmaları, bekçinin gelmesi… Vesaire. Beyninde yer eden bir husus ta: Bir çocuğun ‘elin garipleri,’ diyerek arka çıkması idi. ‘Acaba neticemiz ne olacak? Bu gün hep kötü fiiller işledik. Boşluk içindeyim. Bu böyle sürecek mi? Hoca ve adamlarına yakalandık. ’

Açlıktan sızlayan midesi idi. Bilmese de midesi idi.

Hoca’nın ‘ çöpler arasında ne arıyordunuz? ’ sözü onları düşüncelerinden ayırdı ve gevşemeleri başladı. Arkasından gülümsemesi, ak sakalını sıvazlaması korkularını azar azar dağılmasına neden olan etkenlerdendi.

`Paramızı yitirmiştik,` dedi Vezir.

Hoca, cebinden çıkardığı paralardan ikisine de verdi. Adamları arasından mırıltılar duyuldu.

Bunlar sokranmalardı. Mırıltılar: ‘Bu sarhoşlara da sadaka verilir miymiş’ şeklinde idi. Hoca sessizdi ve hiçbir söz duymamıştı. Aslında, Hoca her şeyi duymuştu.

--------------------

DÜRTÜ

Hoca ders halkasında. Çevresini talebeleri kuşatmış. Her yaştaki talebesi onu büyük bir saygı ile dinliyor. Bu sırada içeri biri girdi. Saygı ile eğiliyor. Selam veriyor. Yabancı biri. Ama hoca onu tanıyor. Hocanın kulağına eğiliyor. ‘Hayır, ‘ diyor hoca. Tepkisi, gizli konuşmak istemesinde.’Açık konuş,’ diyor hoca.

Adam Köle ile Vezir’i soruyor. ‘Ne gibi

hasletlerle tattılar ölümü bu iki garip.’ Diyor. Yalancı üzüntüsünü ve ayaklarını aksatması Hoca’nın dikkatinden kaçmıyor.

‘Demek garipler, diyor Hoca, neden sağlıklarında sahiplenmediniz? ’ diye düşünüyor sonra.

Uzunca fısıltaşmalar bir kenarda.

Adam gidince, öğrencilerden bir meraklı soruyor.

‘Köle ile Vezir’in hayırsız akrabalarından biri, diye açıklama yapıyor Hoca. Sağ iken vurdular vurdular da şimdi pişmanlık duyuyorlar, ama geç. Onlar sonlarında, tam teslimiyetteydiler. Öyle bir tövbe ettiler ki, şehrin tüm insanlarının tövbelerine eşitti tövbeleri. ’

Hafız Ali Efendi durdu.

Sessizlik uzadı.

‘Hoca bu gün ders işleyemez.’diye düşündü talebeleri.

`Onların tövbeleri, diye ekledi Hafız Ali Efendi. Acı pişmanlık. Yüreklerine işledi... Hani, akşam çıkışı karşılaştığımız gün: O günden sonra yalnız bırakmadım onları. Ölümlerinden 3 ay önce kulübelerine gittim. İlk gidişim değildi bu. Yine ispirto ve yine sarhoştular. Görünce ayağa kalkmak istediler ama ne mümkün? Sırtları duvara dayalı, başları dik ve elleri göbekleri üzerinde kenetli. Oturun dedim. Saygılarının bana olduğunu sanmıyorum. Bu kadar günahtan sonra yüreklerinde kalan inanç... Saygıları; kutsal değerleri yitirmemelerinin gerisinde gizliydi.

`Bir gün sabahtan önce yakaladım onları. Vezir’i hızlıca çektim. Kelli felli adam pamuk çuvalı gibi yanıma yığıldı. Her ikisinde de gurur denen nesne yoktu. Her şeyleri yitirdikleri gibi gururu da yitirmişlerdi. Evet ‘gurur’u da. İşte bu güzel, diye düşündüm.

`Bu anı, hatırlayın’ dedim onlara.

`Yüreğimizde,` dediler.

‘Yüreğimizde’ derken damarlarına kadar saygı doluydular. Masiyetlerinin bilincindeydiler.

İnsanlık gayelerini yitirmediklerini keşfettiğimden olacak defalarca gittim onlara.

`Babanla dosttuk, dedim Vezir`e. O ölümü gülümseme ile karşıladı:

`Kanser ilerlemiş, ciğerlerini parça parça alıyordu. Ölümden korkmuyordu. Biliyordu öleceğini, ki, korkmuyordu işte. Ölümü tanıyordu. Tanıyordu, ki davranışlarında bir serinkanlılık, bir boyun eğiş vardı. Bir ara ölümün bir hiçlik olmadığını söylemek istedim. Ama neden bunu gereksizliğini telakki ettim? Ölürken yanındaydım. Teselli sözü etmeyi düşünsem de vazgeçtim. Elimi aldı ve sıktı. Ağzından çıkan kelimelerinin yerinde anlaşılmaz mırıltılar vardı. Anlamamam mümkün mü? Kelime’i şehadet. Damarları çekildi, derisi sertleşti, alnına hücum eden kan durdu. Son bir gülümseme ve ölüm. Kapalı gözlerini oluşturan ak yüzü kıple yönündeydi.

`Onlara emirleri anlattım.

`Bildiklerini, dost oldukları şeytanın izini takip ettiklerinden unutmuşlardı.

Kendilerinden hoşnut olmadıkları belli. Acı duygular yüreklerinde dolaşıyor. Dolaşıyor ama yine de gülümsemelerine engel olamıyor. İçlerinde, zelzeleden sonra başlayan bir fırtına hüküm sürüyor.

`Vezir, ayağını kırarak üzerine oturuyor:

`Yasaklanan fiilleri işledik hep. Hem de her gün ve günde birkaç defa. Bunda sonra tövbelerimiz kabul edilir mi? Bu gibi hareketlerimden sonra zaman zaman bana kazan kaldıran içimdeki o belirgin dürtü yine kabarıyor. Dürtüden sonra başlayan ses çoğalıyor. Suçluluğumu unutamıyorum ve gözlerim yaşarıyor. Zaman zaman sorarım; nasıl bir suç bu? Suçların en bayağısı ve bağışlanamayanı.`

`Bunları söylerken, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında aldığı bilgileri kullanıyor.

`Bakışları, bizim tövbelerimiz bağışlanabilir mi der gibi.

Evet, diyorum ben.

Vezir’in elleri titriyor, Köle’nin alnı ter damlacıkları çıkarıyor. İkisinin de gözleri kapalı. İçlerindeki dürtü; acıyı yavaş yavaş ümide dönüştürüyor.

`Çektikleri acının yüreklerinden silinebilmesi için yanlarında kalmamı ve kendileri ile ilgilenmemi istiyorlar. Acıya dayanamayacaklarını ve hayatlarını bu şekilde sürdüremeyeceklerini biliyorlar.

`Her yeni gelişimde onları bambaşka fiillerle meşgul buluyordum. Ne ispirto, ne kadeh ne de kulübenin tahta duvarlarında bunların kokusu vardı?

`İçlerindeki devrim oluyordu sanki. Bunu duyuyorlardı. Yeniye sarılmaları her şeyin üstüne çıkıyordu. Bana olan saygıları ve güvenleri tamdı. İçlerinde duydukları kıpırdanmadan sonra gelen sesin emirlerini noksansız uygulamak istiyorlardı.

`Geride bıraktıkları, bir mum gibi eriyen uzun yıllar. Geçmek bilmeyen uzun yıllar ne de kısaydı şimdi?

`Köle’nin içinde kimseye görünmeme …… Vezir’de git git artan aynı paraleldeki dürtü.!

-------------------

ÖLÜM

Reis’in bedenine ürkütücü bir titreme yayılıyor.

Başını eğiyor.

Kimin karşısında olduğunun farkında.

Hafız Ali’nin karşısında.

‘Kimin karşısında olduğumu çok iyi biliyorum, diye geçiriyor içinden. Bu gibi ender ölümler… Nasıl oluyor da ikisi aynı günde ölüyor? Olağanüstü. Nasıl oluyor da ikisi aynı izi takip ediyor.’

Sanki Reis’in düşüncelerini biliyor Hoca. Bilmese de yakın şeyler düşünüyor. Sonra omun düşüncelerine müdahale ediyor.

`Bu, alınyazıları, diyor, onları çeviriyor, dönderiyor. Bu şehirde ölmeyeceğiz mi dediler? Öyle oldu. Bildikleri için söylemediler. Olacağı için oldu. İlham edildi de dediler. Gaibi bilmezler. Yalnızca ağızlarından dökülen kelimelerdi bunlar. ‘Bu şehirde ölmeyeceğiz...’ Hayır hayır, demediler bunu. Bilmiyorlardı ki desinler. Ağızlarından çıktı. Böyle istiyorlardı. Sözler, söylettirildi omlara. `

`Bana geldiler, diyor Reis; `biz ölürsek ne yaparsınız?` Dediler. Ben de alaylıca; ‘ne zaman öleceksiniz’ dedim.

`Yakında,` dediler.

`Cenazelerinizi kaldırırız.`

`Ne kadar para ile?`

`Şöyle bir düşündüm; otuz lira dedim. Otuzar lira masraf olur.`

`Çok para,` diye mırıldandı Köle.

Vezir; `bu parayı bize ver,` dedi.

`Neden verecek mişim?`

`Çünkü bu şehirde ölmek istemiyoruz, dedi Köle. `

`Neden miş o?` Dedim.

`Bizi Hocadan ve sizlerden gayrı soran olmadı da.`

`Evet, diye Köle’sini destekledi Vezir. Evet, bu şehirde ölmek istemiyoruz.`

Yine sordum: `Neden? İnsanları lanetli mi?`

`Hayır, değil elbet. Özellikle akrabalarımız.`

(Uzun boyu, çökmüş yanakları ile yalvarırcasına bakan bu adama dayanmak zordu. Bu acılı adamların daha fazla yalvarmalarını istemiyordum. İyi ki böyle yapmışım. Biran öyle oldu ki her şeyi unuttum. Şimdi mazimde ve hal’imde bu iki adam vardı. Dünyada üç kişiydik. Köle, Vezir ve ben. Otuz lira verdim. Verdim ama arkasından; eyvah dedim. Daha bunlar dün maaş almadılar mı? Onikişer lira ve bu para. Ne yapacaklardı bu kadar parayı? Neden verdim. Bilmiyorum. Artık esirdim. Pişmandım. İkinci gün işe gelmediklerini duydum. Endişem arttı. Üçüncü gün ölüm haberleri. Öldükleri yeri ölçtürdüm. M, şehri ile A, şehri arasında. Bakışları öteki şehre idi.`

Güneş buluta giriyor. Gök kararıyor. Alandaki kuşları rüzgar kovalıyor. Yağmur, önce ağaçları, sonra Belediyenin camlarını dövüyor.

`Hayır, diye söze müdahale ediyor Hoca, hayır yüzlerini o şehre vermediler. Gidecekleri yöne idi yüzleri. Gidecekleri yöne bakıyordu gözleri. Onlar öyle bir arzu ile, öyle bir yere gidiyorlardı ki, bunu hiç zaman hiçbir kimse bilmeyecek.`

*

Bir Yörük kadını anlatıyor. `Uyanmıştım. Sabah yakındı. Gökte alaca bulaca bulut vardı ama yine de acıktı. Acı bir seher yeli esiyordu. Geriler karanlık olsa da ufuk aydınlıktı. Karartılar tepede göründü. İlerliyorlar. Ağır. İki adamdılar. Yönleri çadırlara doğru. Biri halsizdi. Henüz aydınlık zuhur etmese de belli oluyordu. İnsanlarımız uyuyordu. Erkeğimi kaldırmak istedim. Ama inlemeler geri baktırdı beni. Biri halsizdi. Kah sendeliyor kah düşüyordu. Ama ilerliyorlardı. Çünkü diğeri arkadaşını taşıyordu. Halsizdi biri. Çadırların başlangıcındaki çeşmeye ulaştılar. Şimdi ayan beyandı gördüklerim. Dedim ya, iki adamdılar, halsizdi biri. İnsanlarımız uyuyordu. Koyunlarımız otlamaya gidiyorlardı. Arındılar. Çeşmeye geldiler.(abdest aldılar.) Sanki halsiz değildiler. Ortalık ışımadan benim yaptığım eylemi yaptılar. Bellerindeki çaputu açtılar. Azıklarını yediler. Ortalık ışıyıncaya kadar taşların arasında uzunca oturdular. Sanki halsiz değildi biri. Ortalık ışıyordu. Kalktılar. Güneşe bakıyorlardı. Koyunlarımızın sulandığı havuzun başındaydılar. Bir gürültü. Koyunlarımız ürktü. Köpeklerimiz havladı ve ben durdurdum. Adamlarımız uyandı. Uzunca olanını diğeri çıkardı. Yatırdı. Yerdeki ses çıkarıyor ama anlaşılmıyordu. Adamlarımız geldiler. Güneş bir metre yükseldi ki, yerdekinin sesi kesildi. Diğeri üzerine abandı. Canım Vezirim dedi, ağladı. Adamlarımız kaldırdılar. Ölmüş dediler.`

*

Hoca düşünceli. Sessiz ve sakin:

`Kişi arkasını döndüğünde insanlar zaman zaman bıyıkaltından gülerler. Kalpleri vardır ama çok şeyi bilmezler. Adalet derler, eşitlik derler, vicdan derler…. Menfaattan başka şey düşünmezler. Bireysel bir düşünceye saplandıklarından başkalarının fikirlerini yanlış telakki ederler. Sevgiyi bilmediklerinden ya da yanlış bildiklerinden insalsal değeri en az taşırlar.

Bir zamanlar bunlara para verince adamlarımın arasından homurtular geldi. ‘ Bunlara da sadaka verilir miymiş? Dediler. Ne demek bu? Duyunca bana bir hal oldu. Sanki terkedilmişliğimi anladım. Dost bildiklerim benden uzaklaştılar dedim. Evet böyle düşündüm. Adamlarım gerçeği bilselerdi, kendilerini bağışlattırmak için bu adamların önünde diz çökerlerdi.

Adamlarıma döndüğümde başları eğikti.

Dedim ki; bu temiz para hiçbir zaman onlara içki parası olmayacak. İki talebemi takibe gönderdim. İkinci gün iki talebem dizlerime kapanıp af dilediler.

Onların adımları Kabe’ye idi, diye söylendi Hoca. Gözleri gidecekleri yere idi. Aylarca gideceklerdi. Bu adımlarla ulaşmanın zorluğunu biliyorlardı. Ama imkansız olmadığını da.

Karıncaya sormuşlar, yolculuğun nereye?

Kabe’ye demiş karınca.

Bu adımlarla ulaşamazsın ki!

Ulaşamazsam da bu yolda ölürüm ya! `

--

*Genç yaşlarımda hikayeyi ruhuma işleyen Mustafa Koyuncu’nun ismini içimde duyarak.

*

Dün (8.12.2009) yine karşılaştım Mustafa Koyuncu ile. İnanması güç ama tam da olayın geçtiği yerde oldu karşılaşmamız.

Beni her görmesinde gençlik yıllarında yazdığım o şiirimi eksiksiz okur.
 
*
*

UHDUT *

Dışarıda çakan şimşekler akabinde gök gürültüleri ve dinmeyen yağmur.

Bitişik odada F’nin kurduğu çalar saatin sesi durmak bilmiyor, yarı uyanık ama uyanık olmayan adamın beyninde karmakarışık bir durumun hasıl olmasına neden oluyor, eski ve yeni dünyanın meşgalesi yaşlı beyninde gel-gitlere sebebiyet veriyor, gece geç vakitlere kadar okuduklarının etkisi bir yılan oluyor, damarlarında kan yerine dolaşıyordu.

Uyandı.

Günün ilk eylemi için kalkması gerektiğini düşündü.

Doğruldu.

Derken üşüdüğünü düşündü ve ısınmak amacıyla yorgana sarıldı.

F’ye ne kadar “kalk” işmarında bulundu ise de. “Güneşe saatler var.” Düşüncesi onu yeniden mızkandırdı.

Karanlık.

Yağmur kesilmişti.

Samanyolunun geceyarısı başlayan faaliyetlerinde bir azalma var gibiydi. Bir yıldızın yörüngesinden boşanması neticesi oluşan korkunç gürültü ve yerin zaman zaman titremesi artık yerini sessizliğe bıraktı.

Kalktı.

Suyun önüne uzandığında, suyun soğuk olması, su ile savaşımı, onu noksanlığa uğratamadı.

Düşündü.

Düşüncelerine kırk yıl öncesi geldi.

Şimdilerde yaşlı olan babasından öğrendiklerini biz kez daha uyguladı su ile buluştuğunda.

Her bir azalarını noksansız yıkadı.

Biraz daha yatabilirdi.

Yatağını soğumuş buldu.

Yatmakla, ne kazanmış ne kaybetmişti?

Şimdi düşüncelerinde, geç vakitlerde kafasına sığınan bilgilerin savaşımı vardı. UHDUT diye bir sürenin olup olmadığı tartışması başladı içinde. Böyle bir sürenin olmadığı, Uhdut bilgilerinin çokluğundan öyle bir varsayıma kapıldığı düşüncesi her ne kadar ağır bassa da içindeki `olabilir` tezi susmuyordu, tartışma uzuyordu. Bu tartışma, Medine devri surelerinde yakaladığı huzuru yok edecek miydi? Mekke devri surelerinin ayetlerinden sonraya isabet etmesi adamın içini çalkaladı. Karmakarışık düşüncelerinin üzerine bunları çıkardığında Kutsal kitabın UHDUT diye bir suresinin olmadığını, UHDUT diye içine düşenin BURUÇ olduğunu ayrımsadı. Buruç suresinde anlatılan Uhdut halkı…

Ayıktı.

Kalkışı güneşten sonra değildi.

Çözemediği bir konu daha vardı. Gün öncesi okuduklarının arasında çözmek isteyip te çözemediği bir konu. Çözmeli ve açığa çıkarmalı idi. Kafasındaki soruların çarpışması yaşlı beynine eziyet veriyordu.

Meşgul eden konu:

Olay, değirmende mi, yoksa harmanda mı vuku bulmuştu? Olayın vuku buluş yeri o kadar önemli miydi? `Önemsiz` diye de düşündü bir ara. Neden sonra henüz koşabiliyorken babasının verdiği eğitimi hatırladı. Kar üzerinde oynuyordu da, babası ; “ hadi gel, üşüyeceksin” diye çağırmıştı. Babasının amacı düşündüklerini oğlunun taze beynine bir daha unutmamak üzere aktarmaktı. İşte burada söylemişti: "Ataların boşa gitmiş sözü yok," demişti.

Öyle ya, sıpanın yaba yediği yer önemli miydi sanki? Değirmende mi, harmanda mı? Değirmen ve harman olması ne fark eder? “Harmanda yaba yiyen sıpa senesine kadar unutmamış.”

“Hayret!” dedi sonra. “Babamın çocukken beynime yerleştirdiği bu sözü kırk yıl sonra nasıl unutmadım? Koştum koştum da neden kar içine çekmedi beni? Karın bir çocuğu kala almayıp içine alması değil aslolan. İnsanın senelerini alıyor böyle bir olayın muhasebesi.
Çocukken yerleştirilen bir cümle nasıl saklı kalıyor insan beyninde?

*

KAVGA *

YATIKKOZ*

Halam burada geçen çocukluk anılarını anlatıyor.

On dört yaşlarında genç bir kızdım, diyor. Yine, her baharda yaptığımız gibi yapacaktık. Yani mallarımızdan daha fazla süt alabilmek için gerekli olan göçü gerçekleştirecektik. Bunun için de Başkonuş’un eteklerindeki YATIKKOZ diye bilinen tabiat harikası yeri seçtik.

Babamın tek kardeşi Kadı. Alışılagelen kötü huyunu terk etmiş gibi. Bize tarifi güç yardımda bulunuyor. Göçümüzde, bizi, bizden fazla düşünerek bir gün içinde YATIKKOZ’a yerleşmemizi sağlıyor.

Kardeşim Osman’ın doğumunu yapan annem henüz kendine gelebilmiş değil. Hasta.

*

MANZARA

Burada manzara çok güzel. Aşağıda Döngele, ileride kıvrıla kıvrıla akan Ceyhan nehrinin yukarısında Kızılseki ve Dereboğazı. Kısacası; bütün Maraş`altının köyleri sanki ayağımızın altında.

Sabahları, Maraş yönünden doğan güneşin üzerimizde eğlendiğini, sonra batıya doğru yöneldiğini, dağların serin gölgesini üzerimize saldığını ve Başkonuş’un üzerinden battığını seyrediyoruz.

Akşamları, ineklerimiz, keçilerimiz ve koyunlarımız memeleri süt dolu geliyor. Mallardan süt almayı öğrendim, ama ipincecik bir kız hangi işe koşturacak? Zaman zaman Zekeriya amcamın hanımı Sultan yengem yardımımıza geliyor. (Zekeriya; Kadı amcamın oğludur. Ben ona da amca derdim.) Kadı amcamdan haber yok.

*

DALEVERE

Meğer, Kadı amcam aklımıza gelmeyen işler peşinde imiş.

Evimize küçük oğlunu yerleştiriyormuş.

“İşte sana ev, diyor oğluna.”“

“Ama burası Köse Mehmet amcamın evi," diyor oğlu Zekeriya.

“O, bize bırakarak yaylaya gitti,” diyor kadı.

“Yine de dönünceye kadar oturmak için izin almak gerekmez mi?”

“Dönünceye kadar oturmayacaksın!”

“Ya ne kadar oturacağım?”

“Ölünceye kadar.”

Meseleyi öğrenen babam Kadı amcama:

“Babamızdan kalan evi aldın. Bu, eski davar ağılını bana verdin. Tamir ettim. ‘başımı sokacak yerim oldu, derken beni, yaylaya gönderdin. Evimi sahiplenmeye utanmıyor musun?” diyor.

“Ben Kadılık sıfatını aldım. Bu sıfat bana Şam’da verildi. Doğru bildiğim her şeyi yaparım, ” diyor.

*

KAVGA

Kavganın, göçümüzden sonra olduğu kesin. Günlerce sonra mı, yoksa bazılarının dediği gibi göçümüzün ikinci gün mü? Her bir şeyi, ayrıntıları ile hatırlamak güç aradan 70’ den fazla sene geçtiği için, diyor halam.

Kavgaya karışan bizden iki kişi. Babam ve kardeşim Mehmet.

Kardeşimi kötü dövdüler. Babamı bağladılar. Ökkeş vurdu, öteki vurdu.

Ben haykırıyorum. On dört yaşındaki bir kızın hıçkırıkları. Annem çadırda hasta. Osman omzumda bebek. Ahmet elimde. Yanıbaşımda, benden büyük oyun arkadaşım Kadı amcamın oğlu (dövenlerin kardeşi) İbrahim var. Neredeyse ona saldıracağım.

“İbrahim diyorum, baban ve kardeşlerin babamı bağladılar, kardeşimi dövüyorlar. Neden kurtar mıyorsun? İbrahim, çaresiz. Üzgün. İbrahim öfkeli. Öfkesi babasına ve kardeşlerine. Öfkesi: Haksızlığa.
Şimdi, Kadı, oğlunu görüyor: “Oğlum vur.”diyor.

“Baba kime vurayım. Sana mı, amcama mı?”

Çocukluk oyunumuzun mimarı olan bu adamı ilerleyen yıllarda daha iyi anlıyorum.

“Senin Kadılık sıfatını taşıdığın müddetçe o köye bir daha ayak basmam. “ diyor babam.

İmam Ali:

“Dayı, diyor babama çocuklarım büyüyor. Şehre yerleşip, onların tahsili ile uğraşmak zorundayım. Evim boşalacak. Hele bu kış benim evimde otur. Seneye Allah kerim.”

Hanımı Hatça (Hatice) karşı çıkıyor.

İmam Ali’nin kardeşi İmam Ahmet’ten de benzer teklifler alan babam iki sene i bu İmam Ahmet’in evinde kalıyor. Sonra da kendi evini yapıyor.

--------------------------------------

*Yenicekale kalesinin bulunduğu Boşkonuş Yaylasının altında bir yer ismi.

TAŞIYAMIYOR * kaydedildi

Aslında gereksizdi, hem düşündükleri, hem söyledikleri.

Bir saate yakın, otobüs bekleyen memurla, istemdışı olsa da göz göze geldiler:

"Sen beklediysen ben beklemedim mi?" dedi memura.

"Size beklemediniz demedim ki!"

Bu defa da; `ne o bakmalar?` diye söylendi.

Sözleri, öyle uzaklara gidecek kadar çıkmamıştı ağzından. Yani, yanındaki duyacak kadardı. Oysa adam, beş adım kadar ilerisindeydi. Yalnızca bir mırıltıydı duydukları.

Adamın karşılık vermemesine sinirlenen kadın;

`Ne o sırıtmalar, ne o ışmarlar?` diye söylendi.

Bu defa, daha anlaşılırdı söyledikleri.

Şimdi duymuştu. Duymuş ve anlamıştı genç kadının dediklerini.

"Işmar ettiğim yok. Gülümsemem de sana değil," dedi.

Durup dururken böyle düşünmek ve böyle demekle onun bunun kalbini kırmak nedendi? Neden öyle dedi memura? Önce düşündü ve sonra dedi; `ne kadar ışmar etsen de sana kur yapacak, pas verecek değilim. Seninle ortak yanımız yok. Şöyle bir baksana; tipim misin benim?`

Gereksiz olan; genç kadının böyle düşünmesiydi ve homurdanmasıydı. Evet gereksiz olan bu

kelimelerdi. Adam duymasa da gereksiz olanı yapmıştı. Kendi de pişmandı ve tedirgindi. Tedirgin olduğunu, otobüse binerken gerisine dönüp genç adama bakarken ki tavırlarından anlamak mümkündü.

Adam, önce yanına oturmak istemedi ama boş yer yoktu. Oturdu. Oysa, önce yaşlı kadın o boş koltuğa oturmak isteyince, hem muavin, hem de şoför müdahale etmişler:

"Rezervasyon yapıldı." demişlerdi.

Ne bilsin rezervasyonu mezarvasyonu yaşlı kadın. Sanırım, `tehlikeli` anlamına geldiğini anlamış ve sükut etmişdi.

Otobüsün genç muavinine gizlice baktı kadın.

Şimdi av muavindi. Sıra muavindeydi. Önceden tanıştıkları, ama arkadaşlıklarının ilerilere gitmediği belliydi.

"Seni, dedi muavin, Kemal beye şikayet etmişler."

Erkek böyle derken, kadının konuşması için konu aradığı belli oluyordu.

Soluyarak konuşmasından belli idi söyleyecekleri.

Yani, kadını konuşturmak istemesi.

Genç kadın önce çevresine baktı. İnsanları ilgilenmiyor görünce muavine döndü ve gülümsedi.

Acaba, göz kırpma var mıydı bu hareketinde?

(`Vardı yahut yoktu,` demek olmaz. Olmaz çünkü böyle bir hareket yakalayamamıştım. )

"Öyle dedi, öyle ya, ondan gereksiz adam tanımıyorum. İnsanların en gereksizi."

Bunları genç kadın söyledi. Kadın, bu sözleri arkadaşım dediği adam için söyledi.

Hayır, öyle demedi, gereksiz kelimesi doğru ama, insanların "en" i diye vurgu yapmadı.

"İşte telefon dedi muavin kadına. Kemal bey hatta. Seninle konuşmak istiyor. Gereksiz, dediğini anlattım."

Sonra telefonu kadına verdi muavin. Durum değişti. kadın, sarardı ve morardı. "Kemal`cığım dedi, sana öyle der miyim? Ben yanlış anladım. Sen kim, gereksiz olan kim?" dedi kadın.

*

Maraş bana 3 numara küçük geliyor, dedi. Ya da Maraş bana yetişemiyor, dedi. İşte böyle bir şeydi söyledikleri. Durup dururken bu cümlenin ne anlamı vardı?. (Maksadını biliyorum. Biliyorum ya, yanlış anlaşılmaktan korktuğum için söylemem.) Neden söyledi bu sözleri?

Yakışıklı muavin sordu:

"Evet dedi, (yakışıklı gencin daha söyleyecekleri bitmeden) Antep te öyle."

Muavin; `öyle mi?` dercesine baktı.

"Yıllardan beri Adana`da yaşarım, dedi kadın. Evet, dediklerin doğru, Maraş`ın çocuğuyum, inkar etmiyorum. Çocukluğumun şehri olarak kaldı. Beni taşıyamayacağını anlayınca ayrıldım. Yıllardan beri gitmiyorum. Görmediklerim var, hasret gidereceğim. Biliyor musunuz ben deniz sezonunu açalı aylar oldu."

"Ben de her gün denize giderim dedi muavin. Her gün Mersin`deyim, günde bir saatim denize ayarlı."

*

"Yirmi yaşındayım," dedi kadın.

Kendine yaşını soran olmadı ki!

Yirmi yaşındayım sözü beni kadına baktırdı.

"Hayır, dedi genç adam, olamaz, değilsin."

Böyle derken de gülümsüyor. Sanırım bu itiraz genç kadını gücendirmedi.

Şaşkınlık içindeyiz. O sözü bana bile abes geldi. Ben de en az 30 yaşında olduğunu düşünüyordum.

Kimlik çıkarıyor. Kimliğini genç adama uzatıyor. Tavırlarında, bir yumuşama, bir ikna etme belirtisi var.

Daha geçen seneye kadar ufacıktım. Ufacık bir kız. Ufak tefektim. Birdenbire oldu büyümem. Senenin başında şişmanladım. İri bir kız. 71 kilo idim. Şimdi 61 kilo.

*

Çantasını açıyor. Makyaj tazeleme yapacağı belli.

*

Araba durdu.

Binenler iki kişiydiler.

Otobüsün durması onu pek fazla etkilemedi. Belki farkına bile varmadı. Bulüzünü geri attı. Boynunun ve omzunun iyice açılmasını sağladı.

Şimdi de `kur`u yeni binenlere idi.

Yanıbaşına bıraktığı sakızı yeniden aldı. Yaptığı bir baloncuk değil de kocaman bir balondu.

Sonra sere serpe koltuğa uzandı. Bir hoş oldum. Hep ona baktılar.

Baksınlar.

Aldırış etmedi. Belki, bakışlardan hoşnut oldu. Kocaman bir mutlanmanın bedenini sardığı gözlerinin gülmesinden belliydi. Mutlanmanın verdiği şevkle yüzü ışıldadı. Bakışlara gülümseme ile karşılık verdi. Her bakış sahibine `gel gel`edişi vardı sanki.

Orhan Veli`nin o şiiri ve şiirdeki anlatılanlar aklıma geldi. "O kadar da olmaz ki."

Bir de banim o şiirim: "Oğlum Hasan sakın annene söyleme!"

O zamanlar küçücüktü Hasan. Kahvehaneye mi gitmiştim? Yoksa yasal olmayan bir şeyden sonra mı yazmıştım o şiiri?

*

Kaçıncı kereydi ayna tarakla oynaması?


Biz öndeyiz, dedi bir yaşlı adam bana. Daha bizden geride 40 kişi var. İşte o 40 kişi bu olaydan mahrum.

"Mahrum" kelimesinin, adamın ağzından çıkışı bana alayvari geldi. Ama doğrusu da buydu.

*

Bir tünel geçiyoruz. Sonra uzun bir tünel daha. Ve son tünelden sonra yağmur başlıyor. Önce arabanın camını bir güzel dövdü yağmur. Bir serçe kuşu arabanın hızına dayanamadı. Yere düşüşü acıklıydı. Bir sinek aynısını yapmak isteyince yanıbaşımdaki ihtiyar samurdandı:

"Serçe bile geçemedi, değil sen."


KUŞ VE ÇOCUK *

Anne uyuyordu, baba uyuyordu, ev halkı da öyle.

Etrafa bakınınca her bir şeyin yokluk gibi olduğunu anladı.

Kalktı.

Uyuyan abisinin başında dineldi. İşte sayıyorum, dedi kendi kendine; bir, iki, üç… ama dört diyemedi. Yedi, dedi sonra. Yeniden denedi; bir, iki, üç, beş, yedi… Oysa abisi ona kadar saymayı öğretmişti.

Akşamdan tasarladığı tutkusunu gerçekleştirmeliydi.

Kapıyı yavaşça araladı. Bir kedi titizliği ile. Kapı gacırtı yapsın istemiyordu. İtina gösterdi, başardı. Gözlerini ovalıya ovalıya bahçe kapısındaki yaşlı hanımelinin kokusunun sindiği basamaklardan indi.

Oyununa akşam bıraktığı yerden başlamalıydı. Başlamalıydı ya, çamurlar kurumuş, sertleşmişti. Kemerini çözdü. Toprağı islattım zannıyla kemerini bağladı. Tuzlu damlalar kurumuş çamurların arasında eridi. Etli parmaklarının arasında sertleşen çamurun daha da yumuşaması gerekliği düşüncesi ile aynı eylemi yeniden yapması gerekiyordu.

Bu şekilde olmaz, çamurda kuruma ve dağılma var.

Kemerini çözdü, dakikalarca bekledi ama çamurum üzerine dökülecek damlalar kalmamıştı.

*

Uzaklardan gelen silah sesi, geç kalmış, acemi horozun sesine karıştı. Hesapta olmayan şeyler. Nereden geldi bu ses? Akabinde enginlerden uçmaya çalışan ama beceremeyen, kuş çocuğun oyun evinin içine girdi.

Yaralı.

Lanetlenmiş insanların yaraladığı kuş, cinslerinin en küçüğüne sığınıyordu.

Elini evciğinin içine soktu. Çamurlu parmaklarında, yumuşacık tüyleri arasından gelen sıcak kanların damlalarını hissetti.

Çocuğun elinden sıyrılan kuş, güneşin doğduğu yöne doğru uçmak istedi. En fazla yarım ağaç boyu yükseliyor, sonra düşüyordu. Sanki bir oyun. İki ileri ve bir geri. İşte en güzel bir oyun, diye düşündü çocuk. Az uçup, çok dinlenişi çocuğun iştahını kabarttı. Çamurla oynamayı bırakarak, gel gel dercesine inip kalkan kuşun peşine düştü.

Kuşluk.

Güneş doğduğundan beri süren bu oyunun sonu gelmeliydi artık.

Kuşun çıkardığı sesler çocuğun içine doldu.

Ötmüş olsun, çik çik desin sonra kuş. Hayır, yalvarırcasına yapmasın da diyeceklerini, anlayabileceği bir sesle anlatsın.

Arzusunun son hedefi onu yakalayıp yumuşak tüylerine yeniden dokunmaktı.

Bilinmezdi. Neden kaçıyordu ki çocuktan? Çocuğun kuşu korumaktan başka arzusu yoktu. Eğer kuşu yakalarsa – muhakkak yakalayacaktı – doğru sağlık ocağına götürecek, kanayan yarasını sardıracak ve evinde onu iyi oluncaya kadar misafir edecek sonra da salıverecekti.

Evet böyle olacaktı.

Başka bir düşüncesi yoktu.

Kuş, iyi emellerini neden anlamıyordu ki?

Neden ha bire kaçıyordu?

Çocuk gittikçe uzaklaşıyordu.

Artık sabahtan uzaklarda.

Öğleyi yakalamak üzere olduğunu karnını acıkmış olduğundan anladı.

Tepeleri aşmış, dağın eteğindeydi. Burada dinlenmeliydi. Dinlenmeliydi ya, kuş uzaklaşırsa? Ya, onu bir daha bulamazsa ne olacaktı?

Sahil boyunca gelen esinti kuşun sesine karıştı.

Kekik kokulu esinti.

Çalıların bitişiğinde durdu.

Kuşunu kaybedince, yorulduğunu anladı. Küçücük ayaklarının şiştiğini, bedeninin sızladığını duydu.

Dinlenmeliydi. Dinlenmenin oturarak yapılacağını bilmese de yorgun bedeni onu yere attı.


*

Çalıların arasından kaçan bir tavşan uyanmasına vesile oldu.

Ne kadar uyuduğunu bilmese de yorğunluğunu attığını düşündü.

Bir ses. Bu kuşunun sesiydi. Sesiydi, çünkü onun sesine aşina olmuştu. Dağılan dikkatini toplamak, öyle bakmak istedi.

Öyle de yaptı.

İçi, nedensiz duygularla doldu, bakışları bir noktada durdu. Dikenli çalının dalları arasında gezinen kuşu gördü.

Bu kendi kuşuydu. Ötmesini bekledi. Ötünce emin oldu ki, kendi kuşuydu. Başını annesinin dizlerine koyduğu zaman ki mutluluğu duydu.

Şimdi başka bir çalıda.

Bir küçük ağaç boyu havalandı. Bu deneme de boşa gitti.

Kuş tembel çıktı.

Kuş, çocuğu oyalıyor, çalıdan çalıya düşüyordu.

Gün sarardı, iki boynuz arasında asılı kaldı, akabinde kayboldu.

(Uzakta gibisin/Dişi miydi yoksa erkek mi kuşum./Gece yaklaştı salınarak/Kızıllıkları içine çekti- Çiçek çiçek açtı sesin/Çözül de gel bana- Öt te böceklerin sesini bastır/Gel de, gönlüm suskun kalmasın.- Sesin bir eski zaman masalı/Başı boş gece başladı.- Gece gündüz olur ya/Şimdi yüreğimde çatırdılar- Karanlık ve aydınlık /Dua edince, yalvarınca.)

Çocuk, bu şiiri söyleyecek kapasiteye sahip değildi. Değildi, çünkü, o daha konuşmayı bile tam yapamıyordu.

Uzaklardan gelen yumuşak seste bu şiirin kelimeleri gizliydi. Hayır, dedi çocuk, kuştan gelen yalvarmalarda bu cümleler gizli. Çocuk, böyle demese de, buna benzer düşündü.

Bu şiir; bence, çocuğun seneler sonra söyleyebileceği dizelerin belleğindeki çözümlenmiş haliydi.

Akşam olmak üzere.

Ne karanlıktan korkuyor, ne sessizlikten ne de ıssızlıktan.

Olanları oyun sanıyor, sanki Aliş’le oynuyordu.

Ezan sesi.

Uzaktan hoş geliyor.

Çömeldi.

Şimdi üzerindeki kuru kanların zar zor seçilebildiği elini ileri doğru uzattı. Çocuk, kuşu kıstırmak için fırsat kolladı.

Nafile.

Yoruldu.

Uyudu.

Kuş uçtu ve kucağına geldi. Hem sandığı kadar yarası yoktu. İyice baktı ki, yarasının olmadığını gördü. Teleklerinde sıyrık ve kurumuş iki damla kan.

Aliş nereden peyda oldu?

Kuş şimdi Aliş’teydi. Kendi kuşunun Aliş’te olması çekilir gibi değildi. Aliş, elindeki kuşla ileri ve geri adımladı.

Aliş, kuşu çocuğa vermek istedi:

Al,dedi çocuğa.

Almam, dedi çocuk.

Neden almıyorsun, dedi Aliş.

Bu kuş benim değil, dedi çocuk.

Ne arıyorsun öyle çalılar arasında?

Kuşumu arıyorum.

İşte kuşun.

Dedim ya, benim kuşum değil o. Onun aradığım kuş gibi dipdiri olduğunu, beni özlemiş olduğunu sanmıyorum.

Senindir bu.

Nerede ise ölecek bir kuş benim olamaz.

Uyandı

Yine de yorgun bedeninde sızlamalar var.

*

Akşam:

Dört bir yönden gelen sesleri dinledi.

Acaba kasabası hangi yönde idi?

Önündeki çalının dalları hışırdadı.

Saatlerdir aradığı kuşuna kavuşmanın verdiği heyecanla gözleri parladı.

Gülümsedi.

Elini gelişi güzel çalının içine soktu. Çalının dalları iniyor ve kalkıyordu.

Yüzü güldü.

Bir yumuşaklık hissetmeden önce, içi çiçek çiçek açtı.

İşte yakaladım, diye düşündü sonra.

Neden düşünmüştü böyle?

Kolunda bir ağırlık hissetti. Küçük bedeninde sarsıntı duydu. Bilmediği, kuş sandığı nesnenin boğazı sıkılınca uzun gövdesini çocuğun koluna doladı. Etli parmaklarını taşıyan kolunu kurtarmak istedi.

Nafile.

Yüzü birden karardı. Gözü bulutlandı. Yapışkan damlalar alnına düşmeğe başladı. İlk defa korkuyu bildi. Olan olmuştu. İçindeki karartı artıyor, beyni eşeleniyordu. Tepeler, sahile doğru kaydı, gök iyice yaklaştı.

Artık ölüm bir yardımcı gibi gelirdi ona. Bakışları, saçlarını yolan bir anneninkinden farksızdı. Kan içinde olduğunu sanıyordu, ama hayır, bedeni gitgit morarıyor, şişiyordu.

Güneş doğarken onu yüzü koyun yatarken buldular.

Bir anne kucakladı.

Boğazını sıktığı nesne kapalı avucunun içindeydi.


*


Nesnenin boyun çocuğun boyundan çok uzundu.

*