13 Ocak 2018 Cumartesi

MERYIL VE ADAMI


Zaman durgun.

(İçimde oynaşan şeytani duygular.

Bunlar fesatlıklar. Kendim yapmasam da fesatlık işte.  

Olağan. Yaptığımı bilmesem de. Yine de  fesatlık işte.

Arzularıma karşı koymayı düşünüyorum ya…

Cılız kaldığımı biliyorum.

Çare yok gibi.

Yüreğimdekini uygulamalıyım.

Düşündüklerim karşısında her şey cılız kalıyor.

Çare yok gibi.)

Evsindeler.

Kekliklerin bol olduğu bir evsin.

Tünekleri kekliklerin.

(O, evsine sahip çıktı. Halil Mustafa, dedi bana, bu evsin benim.
Benim olmalı.

Ne vardı sanki sahiplenecek? Birlikte otursak evsinde. Paylaşmayı bilsek. Birlikte avlansak olmaz mıydı sanki?

Benimle çocuksun. Seninle okula gitmedik mi? Sonra ben fakıdan . elif, be,te, cim okurken,  sen kilisenin avlusunda beni beklemez miydin?Seninle oyun oynamadık mı? Seninle çobanlık yapmadık mı, seninle tarla sulamadık mı?  Ne vardı sanki hiddetlenecek?

Maraş’ta Sütçü İmam vurmuş diyorlar.

Sen de beni mi vuracaktın?

İntikam mı alacaktın?

Önce sen başlattın.Belinden uzun kuşağını çıkardın. Beni boğacak mıydın?)  

Boğuştular. Boğuşma uzun sürdü.

*

Kuşluk sonrası başlayan boğuşma, ikindi sonrası sonuçlandı.
Birinin ölümüyle oldu neticenin alınması. – Ki, birinin ölmesi gerekirdi.- Ermeni genç öldü.

Ölmemesi gerekirdi.

Öldü işte.

Boğuşmada çokça üstte görünen oydu.

Yazgı bu.

“Canlı, dedi Halil Mustafa yerdeki arkadaşına bakarak. Canlı, ölümün bile canlı. Neticenin  böyle olmasını istemezdim. Ama oldu işte,diye ekledi sonra gülümseyerek ama pişmanca.”
Ağaçların dallarında sıkça, tepelerinde seyrekçe, esiklerde yığın yığın kar vardı. Alaz yerler açıktı. Halil Mustafa  terliyordu güneş vurunca alaz yerlerdeki toruklar,  çalılar   kadar.

Terlemesi, ölüye baktığında oluyordu.  

“Seni öldürmek istemezdim. Sen üstteydin. Tüfeğin üstünde. Tüfek ateş aldı. Senin yerine ben ölmek isterdim. Ama öldün işte. Yazgı.

Kalbim duracakmış gibi. Seni sorduklarında ne diyeceğim? Olanları inkar mı edeceğim? Mümkün değil yapamam. Öldün işte. Ölüm senin hakkın değildi.”

*

Hep aradılar onları. Gecenin karanlığına dahil oldular yine aradılar. İdare lambalarıyla aradılar. Güneşin ilk ışıkları gösterdi ölünün yüzünü.

Kaçanı, buladılar günlerce.

Sabahleyin sevdalısı geldiğinde ( Halil Mustafa’nın da komşusuydu genç kız. Oyun arkadaşı. Çocukluk arkadaşı.) sıcaktı. Ölü sımsıcak. Genç kız arkadaşının üzerine kapandı ve saatlerce ağladı.

Ağladı ve gözyaşı dökmedi. Sonra sevdalım dedi. Sevdiğini bildiler. Parmakları ölü  arkadaşının saçlarında dolaştıktan sonra, sözlüsü olduğunu ve ölü olduğunu bildi de gözyaşı döktü.

Aryan, dedi./Ağladı.

*

“Benim geziyor  olmam suçsuz olduğumu kanıtlamaz diye düşündü Halil Mustafa saklandığı mağaranın girişindeki ardıçlardaki kara şavkı vuran ışığa bakarak. Ne diyeceğim komşum olan anne ve babasına? Oğlunuzu yitirdim mi diyeceğim sorduklarında? Ne diyeceğim temiz ruhlu sözlüsüne? Yavuklunu ben mi öldürdüm diyeceğim gözlerime baktığında? Seni bana emanet etti, gitti , son nefesini verirken mi diyeceğim Meryıl’a?”

*
Karşıda üç/beş toprak evi Bekirli’nin. Şahin kayasından boşanan çiğ, git git büyüyor. Sisler içinde görünen Yenicekale evlerinin berisinden yuvarlanıyor.

Kirli duygular yandı ve söndü.

Neden burada idi Meryıl?  Yüreği geniş mi geniş. Önceleri böyle mi idi?  Kilisenin çocuğu olmak, büyümek sonra, genç kızı olmak. Tatmin edici unsurlar mıydı bunlar? Şimdi hayır. Ayran’sız sürecek bir ömrün hiç te gereği yok.

Bir ses duysa ya da biri arkadan seslense, hayalleri bölündüğü için  ona düşman bile kesilirdi.

“Ortalık sakinken, yani evsinlere henüz daha keklikler gelmemişken diye düşündü Halil Mustafa. Yani keklikler henüz tüfek saçmalarıyla tanışma şerefine nail olmamışken, Döngele evlerinde ışıklar yanmamışken, kısacası henüz yıldızlar çıkmamışken,  ayaz geçeceği belli olan gecenin başlangıcında  karlar daha donmamışken yani. Benim kanım dondu damarlarımda, bunu biliyorlar mı?

Ayak seslerinin, ve ya  çam ağacından düşen bir kar topağının, ya da daldan dala atlayan   bir sincabın, ya da arkada çığlık bırakarak kaçan adı bilinmeyen bir kuşun, ya da bir çalıdan diğerine kaçan tavşanın, ve de ötüşerek yavrularını toplayan kuşların bölebildiği bu düşünceleri    neylemeli?

Böyle olmamalıydı.

Korku, pamuk ipliğine bağlı kalamaz.

Alınyazım böyle imiş.”

Kim demiş, diyor içinden bir ses. –Sesin şeytani olduğu yadsınamaz.-Sen bunlara inanacak kadar cahil misin?  

2

Ama kar vardı,
Ama ölüsü sıcaktı, sabah bulduklarında onu. Sımsıcak.
Genç kız üzerine yeniden kapandı. Ağladı, ağladı. Gözünde yaş vardı bu sefer.
Kız onu en iyi bilenlerdendi.
Kız ağladı,  ağladı.     
Kar apaktı.
Dağlar bembeyaz.
Meryıl kara baktı, iz olmuş (yok olmuş, )  Aryan’a baktı sonra.  Görmese de baktı işte.
Aryan’ın mezarını karışık insanlar kazdı. Müslüman ve Hıristiyan. Halil Mustafa uzaklarsan baktı. Uzaklardan. Sonra da mezarı kazanlar içinde olmayı arzuladı. Öldürmek ayrı, mezarını kazmak ayrı.
Karın altından kara toprağı buldular sonra da kürek kürek toprak çıkardılar. Artık Aryan burada yatacaktı. Meryıl, üzüntüsünü bildi ama neye yarar. Kara toprak gibi karardı ama neye yarar. Günlerce yas tutmaya niyetlendi. Ama neye yarar.
Aryın’ın, Meryıl’ın elini avuçlarına alması yoktu artık. Artık ruhunu okşayan birisi yoktu. Meryıl, ellerin ne sıcak parmakların ne canlı, yüzün ne yumuşak ? Tüy olsa da yumuşak yüzün, diyen yoktu artık. Meryıl, kapanan mezara melul melül baktı. Ne kadar da uzunmuş Aryan ?
Tepelerde beyaz örtü.
Donmuş karların üzerinde yürüdü. Zaten donmamış olsa da içine çekecek, batıracak değildi. Aryan’ın acısından bir keklik kadar hafif, bir tavşan kadar iliksiz kalan Meryıl. Karlar batıracak kadar nankör değildi Meryıl’ı .
Biliyorlarmıydı ki kaç zamandır uyuyamıyordu. Acı, uykularının bölünmesine neden oluyordu.
Aryan’ı görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Güneşle birlikte üzerine kapandığı Aryan’ın mezarından ne zaman ayrılmıştı?
Ne kadarda uzunmuşsun sen dedi.

3

*Aryan’ın toprağına, geçen baharı izleyen bu bahar da çiçek dikti Meryıl. Yağmurla yaşam bulan çiçekler, sıcaklarla ölüyorlardı. Ölsünlerdi. Yine dikerdi. Biliyordu ki bahara eklentilerdi çiçekler.    
Mezar ile arasındaki gel-git hızlandı. Rabıta başladı. Ekilenlerin çoğu yeşerdi kar yağdığında bile yeşerdi. Üzerini karlarla örttü. Yine çıktı. Yemyeşildi.
Kış bitti, bahar da bitti. Yaz başladı. Meryıl, avuçlarında su taşıdı çiçeklere. Yaz başlangıcında yağmurun yağması ne güzeldi.
Yağdı işte.
Olay Meryıl’a yıllar önce olmuş gibi geldi. Ama hayır, kendi buradaydı. Birkaç gün önce oldu.
İşte acısı yıllardır sürüyordu. Süren Meryıl’ın acısıydı. Sürmesi gerekiyordu ki, sürüyordu işte.
Sonra normal olanı aradı.
Bulamadı. Yılların uykusuzluğu gözlerini yumuyordu. Ya da beyaz örtüye bürünen  dünyayı görmek istemediğinden yumuyordu zeytin gözlerini.
Gençliğinde bıraktığı gözlerini.
Kalktı.
Yürüyemedi.
Bitkin.
Çöktü.
Siyah elbisesini karların üzerine gelişi güzel yaydı.
Oturdu.
Sanki temmuz’daymış gibi içinin yandığını duydu. Çalının gölgesi ateşini söndüremedi sanki.
İnce tabakalı buzları kırdı. Serinlemek için ayağını suya soktu.
Aksini, tepelerin eteklerini yaladığı gölde gördü. Meryıl, kendini gölde gördü. Sonra adamının  öldüğü yeri ve mezarın getirdi göl gözlerine. Acının  verdiği dayanılmazlık göz yaşlarını kuruttu.
*Ağladı.
Ağladı ama gözyaşı dökmedi.
Mızkandı.
Bir ara silikleşir gibi olduğunu sandığını evsinyeri netleşti.
Ermeni genç doğruldu.
Beyaz örtünün üzerinde ilerledi. Yavaş.
Meryıl’ı gören gözleri ışıldadı.
Yaklaştı.
Gülümsedi,
Dudakları titredi ve mırıldandı.
Uzun kuşağı geriden geliyordu.
Karın üzerine yağmış ince kar, yürümenin zorluğunu adamdan önce kadın duyumsadı. Yer yer topuklarına, yer yer de beline kadar gömülen adam arkadaşına baktı. El salladı. Avurtları açıktı ama sesi çıkmıyordu.
Kadın ona şüpheli bakışlarla baktı. Acaba yanlış mı görüyordu? Başkasının adamı olmasındı. Değildi. Kendi adamıydı.  Nefsine kadar tanıdığı adamdı. Çocukluk arkadaşıydı. Hayat arkadaşı olmadığına, ya da olamadığına hayıflandı bir an. Ama hayır, çocukluk arkadaşı, sevdalısı olmak daha güzeldi.

4

Tepesi görünen ardıcın içinden çıkan tavşan yavrusu yaşlı kadına  (Bu  kadının Meryıl olduğuna kim inanır.) yaklaştı. Sokuldu. Uzun kulaklı yaratık. Kuyruğu ne kadar da beyaz.        
Apak kardan daha da beyaz tavşan eridi karın üzerinde, yaşlı kadının gözlerinde.
Kadın, Aryan’ı hayalledi. Aryan, genç değil de ihtiyardı. İhtiyardı. Karşısında duran. Meryıl, Aryan’ın bu halini çok beğendi. Yıllardır dudağına gelmeyen gülümseme bile gelmişti.

(Köse Mehmet’in Hacı olduğu yıla tekabül eden bu olay, yine yıllar sonra – kırk yıl sonra – değirmene yükle gidip boş dönen Hacı Mehmet’in – yani babamın babası,  yani benim dedem, yani Köse Mehmet) saçı ağarmış kadının önünde durması ve eşeğinin yaşlı kadının yüzünü yalaması, kadını mızkandığı dünyasından kaldırdı.

Öyle diyor köse Mehmet: “senin yaşadığını sandığın, senin de içinde, en önemli kahramanlarından bir olup, olayda rol aldığın öykü, içinde bulunduğumuz zamandan yıllarca önceydi. Yine kıştı, bu vakitlerdi ama bundan kırk yıl önceydi. Benim hacdan geldiğim seneydi. Ben hacda iken vuku buluyordu olay. Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun. Değişen, ağaçların azlığı, tabiat ananın barındırdığı hayvanların eksikliği ”.

Ve köse Mehmet ekledi: söylermisin, bana kilisenin kadını dedi. Bu civarda benden önce o kutsal yerlere ayak basan oldu mu? Bunu sana soruyorum. Sen bizden ayrısın sandıklarından soruyorum sana. Söyle bana yaşlı kadın, kilisenin hakkı için söyle ! Meryem ananın ruhu için söyle !

Ama gerçekleri söyle !

İsa Efendimizin ineceği için söyle (O inecek, bir miktar dünyayı yönetecek. Tanrının hükmü ile yönetecek. Müslümanların inancıyla yönetecek. İnsanlar özgür ve mutlu olacak).

Bu civarda benden önce, o topraklara ayak basan oldu mu?

Yüz süren oldu mu?

Bilmez miyim Uhut’un bizi bildiğini ?

Bedir’in Kuyu’sundan su içtim ben.

Sen dinine düşkünsün diye, sen kilisenin kadınısın  diye sordum bunları.

Bire kadın sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

Sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.

İşte kanıtı: heybesinden kırk yıl öncesinin üzümünü çıkardı. Salkımın başlangıcındaki yeşil asma yaprağı. Ne siyah, ne kırmızı habbeler. Yaşlı kadının gözleri gibi zeytin.

Sonra üzüm salkımını karın üzerine fırlattı. Taneler kara gömüldü ama yeşil yaprağı karın üstünde kaldı.

Yaşlı kadın karşısındaki alımlı ihtiyara tebessümle baktı. (Kadın, en son genç kızlığında bırakıp, unuttuğunu sandığı gülümsemelerini çıkardı. Ve bunlarla baktı Köse Mehmet’e) . ihtiyarın sözlerini tekrar etti. Aynısını bir bir söyledi Köse Mehmet’e.
Sonra, zamana bağımlı olarak yaşamanın anlamsızlığını düşündü. Yüreğine gölden yükselen buhar çökmüş gibiydi. Eşeğinin önünde yürüyor sandığı ihtiyarın binili olduğunu görünce, düşündüklerinin boğazına düğümlendiğini sandı.

Acısına kaynaklık eden karşı yamaçlara bakmadan önce özgürleşti.

Anlamadığı, anlam veremediği bir olay oldu. Durduk yerde Köse Mehmet eşeğinden düştü. İhtiyar, bir kartopu gibi yumuşak karların üzerinde yuvarlandı.

Köse Mehmet, bir kartopu olup üzerine üzerine geliyordu. Oysa, bir kilise avlusu kadar yuvarlanıp, tepenin yarığından düştüğünü görmüştü. Ama yukarılardan geliyordu. Yine üzerine üzerine geliyordu. Tepe ters çevrilmişti, ihtiyar beyaz pamukların arasında gülüyordu. Bir yerlerinin acımadığını sandı. Bir yerinin acımadığını sandığı ihtiyara yeniden baktı da gözleri nemlendi. Boğazı düğümlendi. Ve Köse Mehmet o günden sonra iki büklüm, kambur oldu.

***
Köse Mehmet yaşlı kadına baktı. Acımadı : “Senin içinde bulunduğunu sanığın olay zamanımızdan kırk yıl önceydi. Sen kırk bahar kırk yaz ve kırk kış geçirdin. Olanlardan habersiz.” Dedi.

1997/Kış  

Öykü: Anlatımını sağlayan
 ve manevi destek veren babam


hoca Ahmet’e ithaf olunur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder