Zaman
durgun.
(İçimde
oynaşan şeytani duygular.
Bunlar
fesatlıklar. Kendim yapmasam da fesatlık işte.
Olağan.
Yaptığımı bilmesem de. Yine de fesatlık işte.
Arzularıma
karşı koymayı düşünüyorum ya…
Cılız
kaldığımı biliyorum.
Çare yok
gibi.
Yüreğimdekini
uygulamalıyım.
Düşündüklerim
karşısında her şey cılız kalıyor.
Çare yok
gibi.)
Evsindeler.
Kekliklerin
bol olduğu bir evsin.
Tünekleri
kekliklerin.
(O,
evsine sahip çıktı. Halil Mustafa, dedi bana, bu evsin benim.
Benim
olmalı.
Ne vardı
sanki sahiplenecek? Birlikte otursak evsinde. Paylaşmayı bilsek. Birlikte
avlansak olmaz mıydı sanki?
Benimle
çocuksun. Seninle okula gitmedik mi? Sonra ben fakıdan . elif, be,te, cim
okurken, sen kilisenin avlusunda beni beklemez miydin?Seninle oyun
oynamadık mı? Seninle çobanlık yapmadık mı, seninle tarla sulamadık mı?
Ne vardı sanki hiddetlenecek?
Maraş’ta
Sütçü İmam vurmuş diyorlar.
Sen de
beni mi vuracaktın?
İntikam
mı alacaktın?
Önce sen
başlattın.Belinden uzun kuşağını çıkardın. Beni boğacak mıydın?)
Boğuştular.
Boğuşma uzun sürdü.
*
Kuşluk
sonrası başlayan boğuşma, ikindi sonrası sonuçlandı.
Birinin
ölümüyle oldu neticenin alınması. – Ki, birinin ölmesi gerekirdi.- Ermeni genç
öldü.
Ölmemesi
gerekirdi.
Öldü
işte.
Boğuşmada
çokça üstte görünen oydu.
Yazgı
bu.
“Canlı,
dedi Halil Mustafa yerdeki arkadaşına bakarak. Canlı, ölümün bile canlı.
Neticenin böyle olmasını istemezdim. Ama oldu işte,diye ekledi sonra
gülümseyerek ama pişmanca.”
Ağaçların
dallarında sıkça, tepelerinde seyrekçe, esiklerde yığın yığın kar vardı. Alaz
yerler açıktı. Halil Mustafa terliyordu güneş vurunca alaz yerlerdeki
toruklar, çalılar kadar.
Terlemesi,
ölüye baktığında oluyordu.
“Seni
öldürmek istemezdim. Sen üstteydin. Tüfeğin üstünde. Tüfek ateş aldı. Senin
yerine ben ölmek isterdim. Ama öldün işte. Yazgı.
Kalbim
duracakmış gibi. Seni sorduklarında ne diyeceğim? Olanları inkar mı edeceğim?
Mümkün değil yapamam. Öldün işte. Ölüm senin hakkın değildi.”
*
Hep
aradılar onları. Gecenin karanlığına dahil oldular yine aradılar. İdare
lambalarıyla aradılar. Güneşin ilk ışıkları gösterdi ölünün yüzünü.
Kaçanı,
buladılar günlerce.
Sabahleyin
sevdalısı geldiğinde ( Halil Mustafa’nın da komşusuydu genç kız. Oyun arkadaşı.
Çocukluk arkadaşı.) sıcaktı. Ölü sımsıcak. Genç kız arkadaşının üzerine kapandı
ve saatlerce ağladı.
Ağladı
ve gözyaşı dökmedi. Sonra sevdalım dedi. Sevdiğini bildiler. Parmakları ölü
arkadaşının saçlarında dolaştıktan sonra, sözlüsü olduğunu ve ölü
olduğunu bildi de gözyaşı döktü.
Aryan,
dedi./Ağladı.
*
“Benim
geziyor olmam suçsuz olduğumu kanıtlamaz diye düşündü Halil Mustafa
saklandığı mağaranın girişindeki ardıçlardaki kara şavkı vuran ışığa bakarak.
Ne diyeceğim komşum olan anne ve babasına? Oğlunuzu yitirdim mi diyeceğim
sorduklarında? Ne diyeceğim temiz ruhlu sözlüsüne? Yavuklunu ben mi öldürdüm
diyeceğim gözlerime baktığında? Seni bana emanet etti, gitti , son nefesini
verirken mi diyeceğim Meryıl’a?”
*
Karşıda
üç/beş toprak evi Bekirli’nin. Şahin kayasından boşanan çiğ, git git büyüyor.
Sisler içinde görünen Yenicekale evlerinin berisinden yuvarlanıyor.
Kirli
duygular yandı ve söndü.
Neden
burada idi Meryıl? Yüreği geniş mi geniş. Önceleri böyle mi idi?
Kilisenin çocuğu olmak, büyümek sonra, genç kızı olmak. Tatmin edici
unsurlar mıydı bunlar? Şimdi hayır. Ayran’sız sürecek bir ömrün hiç te gereği
yok.
Bir ses
duysa ya da biri arkadan seslense, hayalleri bölündüğü için ona düşman
bile kesilirdi.
“Ortalık
sakinken, yani evsinlere henüz daha keklikler gelmemişken diye düşündü Halil
Mustafa. Yani keklikler henüz tüfek saçmalarıyla tanışma şerefine nail
olmamışken, Döngele evlerinde ışıklar yanmamışken, kısacası henüz yıldızlar
çıkmamışken, ayaz geçeceği belli olan gecenin başlangıcında karlar
daha donmamışken yani. Benim kanım dondu damarlarımda, bunu biliyorlar mı?
Ayak
seslerinin, ve ya çam ağacından düşen bir kar topağının, ya da daldan
dala atlayan bir sincabın, ya da arkada çığlık bırakarak kaçan adı
bilinmeyen bir kuşun, ya da bir çalıdan diğerine kaçan tavşanın, ve de ötüşerek
yavrularını toplayan kuşların bölebildiği bu düşünceleri
neylemeli?
Böyle
olmamalıydı.
Korku,
pamuk ipliğine bağlı kalamaz.
Alınyazım
böyle imiş.”
Kim
demiş, diyor içinden bir ses. –Sesin şeytani olduğu yadsınamaz.-Sen bunlara
inanacak kadar cahil misin?
2
Ama kar
vardı,
Ama
ölüsü sıcaktı, sabah bulduklarında onu. Sımsıcak.
Genç kız
üzerine yeniden kapandı. Ağladı, ağladı. Gözünde yaş vardı bu sefer.
Kız onu
en iyi bilenlerdendi.
Kız
ağladı, ağladı.
Kar apaktı.
Dağlar
bembeyaz.
Meryıl
kara baktı, iz olmuş (yok olmuş, ) Aryan’a baktı sonra. Görmese de
baktı işte.
Aryan’ın mezarını karışık insanlar kazdı. Müslüman ve
Hıristiyan. Halil Mustafa uzaklarsan baktı. Uzaklardan. Sonra da mezarı
kazanlar içinde olmayı arzuladı. Öldürmek ayrı, mezarını kazmak ayrı.
Karın altından kara toprağı buldular sonra da kürek kürek toprak
çıkardılar. Artık Aryan burada yatacaktı. Meryıl, üzüntüsünü bildi ama neye
yarar. Kara toprak gibi karardı ama neye yarar. Günlerce yas tutmaya
niyetlendi. Ama neye yarar.
Aryın’ın, Meryıl’ın elini avuçlarına alması yoktu artık. Artık
ruhunu okşayan birisi yoktu. Meryıl, ellerin ne sıcak parmakların ne canlı,
yüzün ne yumuşak ? Tüy olsa da yumuşak yüzün, diyen yoktu artık. Meryıl,
kapanan mezara melul melül baktı. Ne kadar da uzunmuş Aryan ?
Tepelerde beyaz örtü.
Donmuş karların üzerinde yürüdü. Zaten donmamış olsa da içine
çekecek, batıracak değildi. Aryan’ın acısından bir keklik kadar hafif, bir
tavşan kadar iliksiz kalan Meryıl. Karlar batıracak kadar nankör değildi
Meryıl’ı .
Biliyorlarmıydı ki kaç zamandır uyuyamıyordu. Acı, uykularının
bölünmesine neden oluyordu.
Aryan’ı görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Güneşle birlikte
üzerine kapandığı Aryan’ın mezarından ne zaman ayrılmıştı?
Ne kadarda uzunmuşsun sen dedi.
3
*Aryan’ın toprağına, geçen baharı izleyen bu bahar da çiçek
dikti Meryıl. Yağmurla yaşam bulan çiçekler, sıcaklarla ölüyorlardı.
Ölsünlerdi. Yine dikerdi. Biliyordu ki bahara eklentilerdi çiçekler.
Mezar ile arasındaki gel-git hızlandı. Rabıta başladı.
Ekilenlerin çoğu yeşerdi kar yağdığında bile yeşerdi. Üzerini karlarla örttü.
Yine çıktı. Yemyeşildi.
Kış bitti, bahar da bitti. Yaz başladı. Meryıl, avuçlarında su
taşıdı çiçeklere. Yaz başlangıcında yağmurun yağması ne güzeldi.
Yağdı işte.
Olay Meryıl’a yıllar önce olmuş gibi geldi. Ama hayır, kendi
buradaydı. Birkaç gün önce oldu.
İşte acısı yıllardır sürüyordu. Süren Meryıl’ın acısıydı.
Sürmesi gerekiyordu ki, sürüyordu işte.
Sonra normal olanı aradı.
Bulamadı. Yılların uykusuzluğu gözlerini yumuyordu. Ya da beyaz
örtüye bürünen dünyayı görmek istemediğinden yumuyordu zeytin gözlerini.
Gençliğinde bıraktığı gözlerini.
Kalktı.
Yürüyemedi.
Bitkin.
Çöktü.
Siyah elbisesini karların üzerine gelişi güzel yaydı.
Oturdu.
Sanki temmuz’daymış gibi içinin yandığını duydu. Çalının gölgesi
ateşini söndüremedi sanki.
İnce tabakalı buzları kırdı. Serinlemek için ayağını suya soktu.
Aksini, tepelerin eteklerini yaladığı gölde gördü. Meryıl,
kendini gölde gördü. Sonra adamının öldüğü yeri ve mezarın getirdi göl
gözlerine. Acının verdiği dayanılmazlık göz yaşlarını kuruttu.
*Ağladı.
Ağladı ama gözyaşı dökmedi.
Mızkandı.
Bir ara silikleşir gibi olduğunu sandığını evsinyeri netleşti.
Ermeni genç doğruldu.
Beyaz örtünün üzerinde ilerledi. Yavaş.
Meryıl’ı
gören gözleri ışıldadı.
Yaklaştı.
Gülümsedi,
Dudakları
titredi ve mırıldandı.
Uzun
kuşağı geriden geliyordu.
Karın
üzerine yağmış ince kar, yürümenin zorluğunu adamdan önce kadın duyumsadı. Yer
yer topuklarına, yer yer de beline kadar gömülen adam arkadaşına baktı. El
salladı. Avurtları açıktı ama sesi çıkmıyordu.
Kadın
ona şüpheli bakışlarla baktı. Acaba yanlış mı görüyordu? Başkasının adamı
olmasındı. Değildi. Kendi adamıydı. Nefsine kadar tanıdığı adamdı.
Çocukluk arkadaşıydı. Hayat arkadaşı olmadığına, ya da olamadığına hayıflandı
bir an. Ama hayır, çocukluk arkadaşı, sevdalısı olmak daha güzeldi.
4
Tepesi
görünen ardıcın içinden çıkan tavşan yavrusu yaşlı kadına (Bu
kadının Meryıl olduğuna kim inanır.) yaklaştı. Sokuldu. Uzun kulaklı
yaratık. Kuyruğu ne kadar da beyaz.
Apak
kardan daha da beyaz tavşan eridi karın üzerinde, yaşlı kadının gözlerinde.
Kadın,
Aryan’ı hayalledi. Aryan, genç değil de ihtiyardı. İhtiyardı. Karşısında duran.
Meryıl, Aryan’ın bu halini çok beğendi. Yıllardır dudağına gelmeyen gülümseme
bile gelmişti.
(Köse
Mehmet’in Hacı olduğu yıla tekabül eden bu olay, yine yıllar sonra – kırk yıl
sonra – değirmene yükle gidip boş dönen Hacı Mehmet’in – yani babamın babası,
yani benim dedem, yani Köse Mehmet) saçı ağarmış kadının önünde durması
ve eşeğinin yaşlı kadının yüzünü yalaması, kadını mızkandığı dünyasından
kaldırdı.
Öyle
diyor köse Mehmet: “senin yaşadığını sandığın, senin de içinde, en önemli
kahramanlarından bir olup, olayda rol aldığın öykü, içinde bulunduğumuz
zamandan yıllarca önceydi. Yine kıştı, bu vakitlerdi ama bundan kırk yıl
önceydi. Benim hacdan geldiğim seneydi. Ben hacda iken vuku buluyordu olay. Sen
kırk yıl öncesini yaşıyorsun. Değişen, ağaçların azlığı, tabiat ananın
barındırdığı hayvanların eksikliği ”.
Ve köse
Mehmet ekledi: söylermisin, bana kilisenin kadını dedi. Bu civarda benden önce
o kutsal yerlere ayak basan oldu mu? Bunu sana soruyorum. Sen bizden ayrısın
sandıklarından soruyorum sana. Söyle bana yaşlı kadın, kilisenin hakkı için
söyle ! Meryem ananın ruhu için söyle !
Ama
gerçekleri söyle !
İsa
Efendimizin ineceği için söyle (O inecek, bir miktar dünyayı yönetecek.
Tanrının hükmü ile yönetecek. Müslümanların inancıyla yönetecek. İnsanlar özgür
ve mutlu olacak).
Bu
civarda benden önce, o topraklara ayak basan oldu mu?
Yüz
süren oldu mu?
Bilmez
miyim Uhut’un bizi bildiğini ?
Bedir’in
Kuyu’sundan su içtim ben.
Sen
dinine düşkünsün diye, sen kilisenin kadınısın diye sordum bunları.
Bire
kadın sen kırk yıl öncesini yaşıyorsun.
Sen kırk
yıl öncesini yaşıyorsun.
İşte
kanıtı: heybesinden kırk yıl öncesinin üzümünü çıkardı. Salkımın
başlangıcındaki yeşil asma yaprağı. Ne siyah, ne kırmızı habbeler. Yaşlı
kadının gözleri gibi zeytin.
Sonra üzüm
salkımını karın üzerine fırlattı. Taneler kara gömüldü ama yeşil yaprağı karın
üstünde kaldı.
Yaşlı
kadın karşısındaki alımlı ihtiyara tebessümle baktı. (Kadın, en son genç
kızlığında bırakıp, unuttuğunu sandığı gülümsemelerini çıkardı. Ve bunlarla baktı
Köse Mehmet’e) . ihtiyarın sözlerini tekrar etti. Aynısını bir bir söyledi Köse
Mehmet’e.
Sonra,
zamana bağımlı olarak yaşamanın anlamsızlığını düşündü. Yüreğine gölden yükselen buhar çökmüş gibiydi. Eşeğinin önünde
yürüyor sandığı ihtiyarın binili olduğunu görünce, düşündüklerinin boğazına
düğümlendiğini sandı.
Acısına
kaynaklık eden karşı yamaçlara bakmadan önce özgürleşti.
Anlamadığı,
anlam veremediği bir olay oldu. Durduk yerde Köse Mehmet eşeğinden düştü.
İhtiyar, bir kartopu gibi yumuşak karların üzerinde yuvarlandı.
Köse
Mehmet, bir kartopu olup üzerine üzerine geliyordu. Oysa, bir kilise avlusu
kadar yuvarlanıp, tepenin yarığından düştüğünü görmüştü. Ama yukarılardan
geliyordu. Yine üzerine üzerine geliyordu. Tepe ters çevrilmişti, ihtiyar beyaz
pamukların arasında gülüyordu. Bir yerlerinin acımadığını sandı. Bir yerinin
acımadığını sandığı ihtiyara yeniden baktı da gözleri nemlendi. Boğazı
düğümlendi. Ve Köse Mehmet o günden sonra iki büklüm, kambur oldu.
***
Köse
Mehmet yaşlı kadına baktı. Acımadı : “Senin içinde bulunduğunu sanığın olay
zamanımızdan kırk yıl önceydi. Sen kırk bahar kırk yaz ve kırk kış geçirdin.
Olanlardan habersiz.” Dedi.
1997/Kış
Öykü: Anlatımını sağlayan
ve manevi destek veren babam
hoca Ahmet’e ithaf olunur.